O yıllar, hangi kapıyı çalsak...

Benim çocukluk, ergenlik, gençlik çağımda müzik zevki kimlik kartı gibiydi. Müzik zevklerimize göre arkadaşlarımızdan ayrılıyor, müzik zevklerimize göre arkadaşlar ediniyorduk.
Kendi iç dünyamızla da şarkılar yoluyla hesaplaşıyorduk. Bıyıklarımızın terlemesinden daha önemli olan, sevdiğimiz şarkıların içindeki kan, ter ve gözyaşı miktarıydı.
Sonra... Hatırlıyorum, ilk Led Zeppelin posterini duvarıma yapıştırdığımda tek sınavda üç sınıf birden atlamış gibi başarılı ve yetişkin hissetmiştim kendimi. Lise döneminde, teneffüslerde bile arkadaşımız Bengiz'in okula yakın evine kaçıp Chicago albümlerini yutar gibi dinlediğimizi de hiç unutmam. Fakat alttan alta Türkçe şarkıları da seviyorduk. Onlar damarlarımızdan girip yüreğimizi avcunun içine alıyor; bazen sıktıkça sıkıyordu, bazen tatlı tatlı okşuyordu... Sözgelimi Alice Cooper hayranları olarak oturdukları sokağın yüksek duvarlarında saatler boyu tüneyen gençler, eve gidince radyoyu açıp Nilüfer şarkısı yakalamaya çalışıyorlardı.Türkçe şarkıların o dönemde iç dünyamızla, yabancı şarkıların ise sosyal kimliğimizle kurduğu garip ilişki daha sonra da iyice büyüyerek sürdü. Tam bunları yazarken... Gençliğimin en hareketli çağından bir anı geldi, yerleşti zihnime.
Gece boyunca şehrin bir mahallesinde karşımıza çıkan bütün duvarları siyasal sloganlarla bezemiştik. Ellerimizde dev fırçalar ve boya kovaları sabaha karşı bitkin düşmüştük. Eğlenceliydi, ürkünçtü, tehlikeliydi bu iş. Bir eve gittik. Yorgunluk çaylarını koyduk. Kimse hemen uyumak istemiyordu. Evde plaklar vardı. Cem Karaca, Âşık İhsani...
Birimiz Pink Floyd koydu pikaba. Dinledik, dinledik... Önce çok iyi geldi hepimize. Ancak yavaş yavaş hissettik ki, "yaptığınız iş şu an çok anlamlı geliyor size; ama dünyanın uçsuz bucaksız derisinde bir sinek ısırığı bile değil be çocuklar!" diyordu sanki bu müzik. içimiz bulutlanmıştı, umutsuzluk çökmüştü; inançlarımıza doğru büzülmüştük...
Aramızdaki kız arkadaş plak dolabını karıştırdı, karıştırdı ve "Hah, buldum işte!" dedi. Birimiz "sakın marş filan koyma, bu saatte çekemem" dedi. Gülüştük. Kız ses düğmesini iyice açtı ve pikaptan şu şarkı yükseldi:
hayat öyle bir han ki
her şey bana yabancı
sevmek korkulu rüya yalnızlık büyük acı
hangi kapıyı çalsam karşımda buruk acı
Yerde yatıyordum, şarkıyla birlikte yüzümü duvara döndüm; hırkamı sırtıma, ayaklarımı karnıma doğru çektim. İçimde bir yerlerde gizli gözlerim o günden önceki ve o günden sonraki hayatıma sessizce gözyaşı dökmeye başlamıştı... Bir şarkının sözlerinde boğulup gitmiştim. Galiba odadaki öteki çocukların hali de aynıydı...
Bana bunları hatırlatan şey, son günlerde elimden düşüremediğim bir roman... Adı "Karşımda Buruk Acı." Yazarı Mert Özmen. 1970'li yıllarda Anadolu'nun bir kasabasında yaşayan dört liseli gencin "içlerindeki huzurun buruk bir acıyla yer değiştirişini" anlatıyor Mert Özmen. Sade bir dille. Süsleyip püslemeden, ezmeden büzmeden anlatıyor... İçinden David Bowie, Mr. Twiggy, Che Guevara, Alice Cooper, "Tamirci Çırağı" ve "Arkadaş" geçtiği buruk bir roman.
Öyleydi... Sevdik, hayal ettik, umut ettik, bağlandık, zor koptuk, kırıldık, çok kırıldık, gülersek ağlayacağımızdan korktuk ama yine de güldük dolu dolu, canımız yandığında dişlerimizi sıktık... Ve "Hangi kapıyı çalsak, karşımızda..."

Haşmet Babaoğlu / Vatan