Öyle Bir Geçer Zaman Ki ...




Onu ekranda her görüşümde, annemin eteğini tutmuş, imbat limonata gibi üfürürken, Kahramanlar’daki açık hava sinemasına yürür halde buluyorum kendimi…
Kurulurduk çivisi kıçımıza batan tahta sandalyelere,
çıt çıt çıt, ahali koro halinde çıtlarken, ağabeyim koşa koşa dandik kasalarla buza oturtulmuş gazozları kapıp gelirdi, ki, ışıklar sönerdi.
“Anneciğim, sana ilaç getiricem melek yüzlü anneciğim” derdi köh köhöksüren veremli anasına Ömercik..
.
Burnumuzun direği sızlardı. Babam,elini sağ arka cebine atar, ütülenmiş mendilini uzatırdı, ki, validedarmadağın… Sokağa çıktığımda Ayşecik’i aranırdım iyi mi, belki bizim mahallede oturuyordur diye… Hele o, alamadığı balonlara iç çekerek bakakalan, karnı zil çalarken simidini sokak köpeğiyle paylaşan Sezercik… Cız ederdi yüreğimiz.
*
Budur Osman.
*
Siyah-beyaz ama, aslında rengârenk günlerimizin çoook gerilerde kaldığını düşünüp, öyle bir geçer zaman ki diye hayıflanırken, piti piti boyuyla gelip oturma
odamıza kurulan, insanüstü yeteneğe sahip kahraman… Ve, sinemayı bitirdiğini düşündüğümüz televizyonunun, miladıdır Osman.
Gitti mi, gelmiyor bi daha çünkü Ayhan Işık. Nerde Sadri Alışık? Hollywood’un bile yok Vahi Öz’ü… Azgın hizmetçi Mürüvvet Sim, tonton aşçı Necdet Tosun, şapşal uşak Cevat Kurtuluş, ropdöşambrlı kalantor Hulusi Kentmen, şoför Nubar Terziyan, karaktersiz ebe Aliye Rona, vicdansız adam Erol Taş, kombinezonlu kötü kadın Suzan Avcı, kumarhaneci Kenan Pars, nerde? Kuzu budunu hartss diye ısıran Danyal Topatan’ı ara ki bulasın…
Elbette birbirinden başarılı sanatçılarımız var ama, televizyon denilen hızar anında biçiyor, istersen 500 reytingal, kalıcı olamıyor. Osman ise, yıktı geçti bu
duvarı, kalıcı… Milat demem ondan… Kucağımdayken bizzat şahit oldum, konuşurken beş yaşındaki bebiş,fotoğraf çekilecek dendiğinde, Oscar’lı aktör…
Saçları gazetecilikte ağarttım, böyle bi şey görmedim.
Osman ekrana çıkacak diye, memlekette sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş gibi olması ondan.
.. Annem,reklamlarda bile tuvalete gitmemek için, maazallah başlar maşlar, salı günleri su bile içmiyor! Gırgır olsun, meşgul edeyim diye, dizi başladıktan sonra telefon ediyorum, açmıyor… Uranüs dünyaya çarpsa, diziden sonra haberi olacak.
Delikanlının hasosu Mete, aşkını paraya satan Aylin, biraderi mutlu olsun diye hicranlara gark olan fabrikatör Soner, tekerlekli sandalyede boynuzlandığını anlayınca kör olması muhtemel biraderi, Hüseyin Baradan formatındaki bıçkın şoförü, melankolik kodaman Balıkçı, bacaklarına baktığımız öğretmenlerimizden İnci hoca, Polyanna Berrin, idealist Ahmet, şıllık Karolin, fıştıkçı yenge, yavşak amca, fingirdek kuzen, eli öpülesi cennetlik babaanne… Siyah-beyaz yıllarımıza götürmekle kalmadı. Televizyondan yıldız yarattı.
Yoksul ama mutlu “file dönemi”nin çocuklarıyız biz… Osman’ın hepimize tanıdık ve koşuşturmayla büyürken ruhumuzda açtığımız yaralara merhem gibi gelmesi ondan.


Yılmaz Özdil

Çocukluğumuz da...

Bizim çocukluğumuzda annelerimiz çalışmazdı.
Okuldan eve geldiğimde boynumdaki anahtarla kapıyı hiç açmadım.
Hatta Babanım bile anahtarı yoktu. 

Annem evimizin bir parçası gibiydi, hep evdeydi.
Her yere birlikte giderdik, zaten öyle çok da gidilecek bir yer yoktu ki.....
En büyük eğlencemiz sokaklarda oynamaktı.
Sokakta oynamak diye bir kavram vardı yani.
Cafelerde, alış veriş merkezlerinde buluşmazdık.
Okula arkadaşlarımızla gider, birlikte çıkar, oynaya,zıplaya yürüyerek gelirdik.
Servis falan yoktu. Ayakkabılarımız eskirdi.
Hatta öyle olurdu ki; çantalarımızı kaldırımlara koyar oyuna bile dalardık.
Annelerimiz bu durumu bildiklerinden kardeşlerimizle bizlere ekmek arası bir şeyler hazırlar gönderirdi.
Mahallemizdeki teyzeler Annemiz gibiydi. 

Susayınca girer evlerine su içerdik.
Ya da pencereden bize bir sürahi bir bardak uzatırlar,hepimiz aynı bardaktan kana kana içerdik.
Kısacacı evine gidip gelen (...ki;sadece çişi gelen giderdi evine)elinde mutlaka yiyecekle dönerdi.
Anneleri o arada çocuğuna verdiği şeyden bizlere de gönderirdi.

Bu bazen bir kurabiye, bazen bir meyve olurdu.
Cebimizde harçlığımız olduğunda düşmesin diye çıkarır çantamızın üstüne koyar oyun bitince geri alırdık.
Çok garip ama kimse almazdı. Sokaklarımız evimiz kadar güvenli idi.
Düşünce kaldırırlar, kavga edince barıştırırlardı bizi...
Polisler gelmezdi kavgalarımıza, zabıtlar tutulmazdı.
Sonra kavgalarımız da öyle ustura, falçata ile olmaz,onlar nedir bilmezdik bile, asla kanla falan da bitmezdi, en fazla saçlarımızdan çeker, hayvan adları sayar, tekme atar, yine oyuna dalardık.
Birbirimizin suyundan içer, elmasına diş atardık.
Misket oynamaktan parmaklarımız kanar yine de mikrop kapmazdık.
Azar işitip, acillere taşınmazdık. Düşerdik ekmek çiğner basarlardı alnımıza, oyuna devam ederdik. Röntgenlere, ultrasonlara girmezdik.
Ben bizim çocukluğumuzu çok özledim.
Sokaklarımız ruhsuzlaştı sanki. Komşumu tanımıyorum ama evinin camında, temizliğe gelen kadını haftada bir görür kolay gelsin der konuşurum.
Onun dışında orada kim oturur hiç bilmem.
Evimizi kendimiz temizlerdik, kapı silmece; bilmem kaç kuruş hepimizin elinde bezler güle oynaya bitirirdik işleri.
Evlerimiz var, içinde yaşayan yok. Parklarımız var, içinde oynayan çocuk yok.
Ama her yıl sökülüp yenilenen kaldırımlar, lüks binalar, ışıl ışıl vitrinler, girip çıkan yapay insanlar...
Ruh yok, buz gibi buz, bu biz değiliz..
Tahta iskemlelerimizde oturan yaşlılarımız, onlara dede, nene diye
hatırını soran çocuklarımız yok oldu.
Ben kapılarında 'vale'lerin, 'bady'lerin beklediği yerlerden hep korkmuş çekinmişimdir.
Kapısını çarparak örtüyor diye çocuğuna kızıp, taksidini bitiremediği arabanın anahtarını, hiç tanımadığı birine vermek ters gelir bana.
Benim değildir bu kültür.
Ne ruhuma, ne kültürüme ne de cüzdanıma hitap eder.
Nedir bunlar?
Reklamlarla desteklenen beyni, ruhu ele geçirilmiş insanlar olduk.
Birbirimize yabancı, yalnızlıklarımızla yaşar olduk.
İyi de neden böyle olduk ?
Biz mi istemiştik?
Yoksa birileri mi böyle istedi?..
'Her toplum hakettiği gibi yönetilir'derler ya, hakettiği gibi de yaşar diyelim mi?

(Yazarı bilinmiyor) 

70 model aşklar...


 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir süre senaryo danışmanlığını yaptığım “Hatırla Sevgili” dizisinin son bölümünü ekiple birlikte izledim.
Dizinin senaristi Nilgün Öneş’in “Belki hâlâ umut vardır” diyen son sözleriyle ilk gençliğime gittim.
Nicedir açmayan bir çiçeği koklamış gibi oldum yeniden..

Dizinin genç oyuncularının yaşadığı çağ ile canlandırdığı çağ ne kadar da farklıydı birbirinden...
Onların tarih diye anlattığı şey, bizim gençliğimizdi.
Ve onların gençliği, bizim tarihimizin mahşer yeri...
Dizi boyunca birbirine uzanıp kavuşamayan bütün o ellerde, “içinde demir bir yumruk gibi gezdirilen” hislerde, altında tutkuyla beklenen pencerelerde, uzun sessizliklerde, sevip diyememelerde, ayrılıp vazgeçememelerde, 70’liler için çok tanıdık bir hissiyat gizliydi; ki o hissiyatın hatırlatılması, dizinin siyasal hafızaya katkısı kadar önemliydi.
Söylenememiş iki sözcük yüzünden heba olup gitmiş aşkların mezarlığıdır 70’ler...
Oysa bugün aynı iki sözcüğün enflasyonundan tıklım tıkış, aşkın kabristanı...
Sevda uğruna dünyayı yıkacak kadar cüretkâr, ama iş, o sevdayı itiraf etmeye gelince dünyası yıkılan çocuklardık.
O yüzden çoğumuz sevgimizi hayat boyu “sinede bir yare” gibi sakladık. İlk yavuklumuzla hiç uyuyamadıysak da hep onun hayaliyle sabahladık.
Ve o aşklar, bir türlü vuslata erip hakkıyla yaşanamadığından, eskimeyip her daim taze kaldılar.
Kaç kırık aynada ilan-ı aşk provalarımızın izi vardır kim bilir; kaç lise kitabı, kurutulmuş güllerimizin döşeğidir.
Kaç park bankında, kaç yaz kampında mahcup “arkadaşlık” tekliflerimizin ergen sesi gizlidir. 
Kaç plağın kapağında, kaç hatıra defterinin “kalbin kadar temiz sayfalarında” anlaşılmayı bekleyen imalı mısralarımız vardır.
Hele mektuplar!
Bizler ki son nesliyiz mektup denilen itirafnamenin... kaç mektup “Gece ve Müzik” eşliğinde karalanmış, kaçı “Örnek Aşk Mektupları” kitabından ya da cep fotoromanından araklanmış, kaçı gizlice yavuklu cebine saklanmış ve ümitle cevap kollanmıştır.
“Aşk” demek cüretti zaten; “arkadaş”tık biz... “O en güzel, o en sıcak duygu”ydu çünkü...
“Çıkma” değil, hele “yatma” hiç değil, “konuşma” teklif edilirdi en kabadayısı...
“Konuşma” teklifi bile “Arkadaş kalalım” diye reddedilirdi.
Arkadaşlık, o kadar değerliydi.
Bir kez söz verildi mi de, o söz, illa ki “kıyamete kadar” giden bir yemindi.
El ele tutuşmaya cüret edebilenler uzun kır yürüyüşlerinde uzun uzun susarlardı. Şiirler, şarkılar derdi, onların diyemediğini...
Devrimciler “En güzel günlerimiz/ henüz yaşamadıklarımız”ı okurdu Nâzım Usta’dan; lümpenler “Biz görmesek de görecekler var/ bitecek dertlerimiz”i söylerdi Orhan Baba’dan...
Umut, katığıydı yarın düşlerinin...
Ve “ben” demek ayıptı, “biz” varken...
Yalnızlık, lügatinde yoktu 70’lerin; onca vuslatsızlığa rağmen bunca dile düşmemişti.
Kavuşmak kolaylaştıkça arttı ıssızlık edebiyatı da... Sanki ete kemiğe büründükçe etten ve kemikten ibaret kaldı ilişkiler de...
Nostaljik bir mazi güzellemesi yapmak istemem. Çünkü giderek zindana dönüşen, koyu bir karanlıktı aynı zamanda 70’ler...
Ama aşkın ha babam ertelendiği o kanlı karanlıkta bile, en dayanışmacı ve masum yanları saklıydı insanoğlunun...
Ayşegül Devecioğlu, “Kuş Diline Öykünen” romanında bir kahramanına o masumiyeti şöyle söyletir:
“Ben hiçbir zaman o kadar iyiliği bir arada görmemiştim. İnsanların en iyi halleri sanki saklanıp gizlendikleri kuytulardan çıkmış ortada salınıyorlar(dı).”
Şimdi bakıyorum da umursamaz kalabalıklarda metruk bir yalnızlık yaşıyor neslim...
“’En güzel günlerimiz/ dün yaşadıklarımız’ mıydı acep” diye sorguluyor.
Canlandırdığı rolle yaşadığı hayat arasında bocalayan, o yılların hesapsız aşklarını kıskanan, ilişki bolluğu içinde tenhalıktan yakınan genç dizi oyuncularıyla bunları konuştuk.
Gecenin sonunda “Belki hâlâ umut vardır” dedim onlara...
70’lerden kalma bir alışkanlıkla...


(Yazarı bilinmiyor)

Siz hala annenizin şarkıcılarını mı dinliyorsunuz?

Hatırlıyor musunuz, bir Luna reklamı vardı. "Siz hâlâ annenizin margarinini mi kullanıyorsunuz?" sloganıyla yeni kuşak ev kadınlarına "yeni", "modern", "farklı" bir öneri getiriyordu. Yeni kuşağa kendi markasını, kendi çizgisini, stilini seçmesini öneriyordu.
Hedef Sana idi.
Eski, güçlü, güvenilir marka Sana. Bugünün orta kuşağının çocukluğuna damgasını vurmuş Sana'lı ekmek nostaljisi! Hani beslenme çantalarında baş köşeye koyulan, oyun aralarında ama oyuna asla ara vermeyen çocuklar için annelerin, halaların, teyzelerin bir dilim ekmeğin üstüne sürdüğü Sana, Sana'nın üstüne de tozşeker...
Sana o zaman modernleşmenin, yeni bir lezzetin, kolaylığın da simgesiydi... Selpak nasıl ki kâğıt mendille, Gillette nasıl ki tıraş bıçağı ile özdeş markalarsa Sana da margarinle özdeşti.
Peki Luna (ya da adı her neyse) daha iyi, daha lezzetli bir margarin mi, daha mı ucuz, Sana'ya olan üstünlüğü ne? Bilemem, ama ürünü ortaya çıkaranlar da reklamı yaratanlar da kafa kafaya vermişler, hedef kitle belirlemişler, belli ki ekstra ürün vaatleri de yok, kuşaktan girelim, kuşak çatışmasından vuralım, demişler...
Reklamda hiç eskimeyen tek kelime olan "yeni" kozunu kullanmışlar, sadece "yeni", yeninin etkisi...
Bütün bunları niye anlatıyorum? Sözü nereye getireceğim?
Birkaç yıldır kabul etmekte direndiğim, görmezden gelmeye çalıştığım bir gerçek var ya da bazı arkadaşlarımın da fark ettiği ve ancak yeni yeni birbirimize itiraf ettiğimiz bir gözlem diyelim.
Evet birkaç yıldır günlük hayatta, aile içinde, işyerlerinde, kafe ve barlarda gözlemlediğim bir olgu bu.
Şimdi yirmili yaşlarını süren gençler için Ajda Pekkan, Sezen Aksu, Nilüfer Sana'dır...
Şimdiki gençler ise kendi margarinlerini istiyorlar, kendi Luna'larını tercih ediyorlar, benimsiyorlar. Bizim Sana'ları da görmezden geliyorlar, sıkılıyorlar.
En saygılısı bile sadece "takdir" etmekle yetiniyor, uzak duruyor, uzak tutuyor kendinden. Luna'lar daha mı iyi, daha mı lezzetli, daha mı kaliteli? Bu tartışılır, ama sorun bu değil.
Onlar kendi markalarını istiyorlar, "yeni"yi istiyorlar.
Bu markaların bugünkü karşılıkları Hande Yener'dir, Yıldız Tilbe'dir, Candan Erçetin'dir, İzel'dir, şudur budur... Diğerleri ne yaparsa yapsın, "eski" gözüyle bakıyorlar.
Sana istediği kadar modern ambalajlar yapsın, margarindeki süt oranını ve lezzetini artırsın, yeni ürünlerle, modern reklamlarla gençliğe göz kırpsın. O annelerin margarini!
Bugün hangi şarkıcı Ajda kadar karizmatik, Nilüfer kadar sesi güçlü, Sezen kadar üretken? Hangisi "Sen İste" gibi vasat bir şarkıya bile kuş kondurabilecek yetenekte?
Nilüfer gibi kırk şarkıyı üst üste, canlı canlı CD kalitesinde okuyabilecek ustalıkta?
Hangisi Sezen kadar müzikle evli? İşte "Şarkı Söylemek Lazım"... Bugünün sound'unu bile en iyi yakalayan yine Sezen. En çok konser veren ve konser salonlarını en çok dolduran yine o!
Ama bir yere kadar... Konsere gidebilen, CD satın alabilen, tüketim yapan, ekonomik gücü olan orta kuşağın ilgisi ve sevgisi onları ayakta tutan. Ama bakın, tüm müzikal zenginliğine, günümüzün remiks/cover trendini yakalama becerisine, onca konsere, çarşaf çarşaf gazete reklamlarına rağmen "Yaz Bitmeden" yerinde sayıyor. Barlarda çalınmaya başlandığında bir durgunluk yaratıyor.
Tabii barlarda bir durgunluk, bir suskunluk, ilgisizlik yaratan sadece o değil, genel olarak bizim Sana'lar! Mesela "Senin bana küs olduğunda bile..."ye herkes hep bir ağızdan eşlik ederken, eller havada sallanırken, bizimkilerden bir parça başladığında birden yüksek tempolu eğlenceye bir mola verilir gibi oluyor.
Bizimkilerden olan parçaya da yine orta kuşak ve de az sayıda ne çalarsa çalsın yerinde duramayanlar, inat ve ısrarla eğlenenler eşlik ediyor oluyor.
Ben "yeni"ye itiraz etmiyorum. Görmezden de gelmiyor, hakkını yemiyorum. Yıldız Tilbe'nin iç kavuran sözlerini, kıvrak müziğini seviyorum, Candan Erçetin'in kararlı adımlarını izliyorum. İzel iyi iş çıkardığında (ki epeydir olmuyor) alkışlıyorum. Bir albümde beş hit çıkardığına göre "Hande Yener'de bir iş var," diyorum.
Benim itirazım, daha doğrusu üzüntüm genç kuşağın eski ama eskimeyen, kendilerini habire yenileyen tatlarını, renklerini kaçırmaları, gözden kaçırmaları, redleri...
Sezen'i, Ajda'yı, Nilüfer'i seven, izleyen genç kuşaktan insanlar yok mu? Var elbette. Her dönemde, her yaşta herkesi seven insanlar vardır. Serdar Ortaç'ı bile sevenler olduğuna göre!
Bırakın onu, adını eski kuşakların bile anmadığı, kimselerin hatırlamadığı Behiye Aksoy'a tapan yirmilerinde bir genç bile tanıyorum. Ama elbette ben büyük kitleleri, bugüne damgasını vuran ve sayısı milyonları bulan genç kuşağı kastediyorum.
Ayrıca Naim Dilmener'in başını çektiği eski Türk Popu'na dönüş, ilgi ve merakın da elbette farkındayım.
Şimdi bu Sana'lar diye söz ettiğim isimlerin ve daha nicelerinin şarkıları özel gecelerde, bazı barların tamamen bu dönem müziğine ayırdıkları programlarıyla yad ediliyor, şahane geceler yaşanıyor, nostalji fırtınaları estiriliyor.
Böyle güzel bir trend yakalandı ve tabii ki dileğim, bunun artarak sürmesi... Ama öyle gecelere katılanların toplamda sayısı kaç, kimler geliyor, yaş ortalaması ne? Kabul edelim ki, o dönemlerin şarkılarının belli ölçülerde dinleniyor olması ayrı bir konsept ve gerçeklik, o isimlerin bugünkü şarkılarına gösterilen ilgi düzeyi ayrı bir gerçeklik...
Kaldı ki, kenar mahalle tabir edilen bölgelerden, taşradan, tüm Türkiye'nin genç nüfusundan söz etmeye çalışıyorum. Hani mesela Hakan Peker'in kasetini satın alan bir milyonu aşkın genç nüfustan.
Onların tercihleri Ona, Luna, Suna... Yani böyle bir gerçek var!
"Eee ne var bunda, doğanın kanunu bu," diyenleriniz de olacaktır olgun olgun, "Yok canım daha neler," diyenleriniz de...
Ben sadece bir "eskici", bir "birzamanlar"cı olarak hissettiğim acı bir gerçeği sizinle paylaşmak istedim, o kadar.
Mehmet Bilal Dede

Biz...

Biz aynı torpilli kuşağın çocuklarıyız.
Biz ilk aya gidenleriz;
unutulmaz şarkıları çıktığı anda dinleyen,
yandaki mahalleyi boş arsada 7-1 yenenleriz.
Biz tiyatroyu radyoda dinleyenleriz.
Televizyonu komşuda izleyen,
perdedeki yıldızları,
yıldızların altında seyredenleriz.
Laklakla bilekleri,
aşıyla kolu şisenleriz.
Tren camından sarkan,
bir fincan kahveyle mutlu olan,
bomboş güney sahillerine
cep delik, cepken delik gidenleriz.
Biz bayramlarda el öpen,
bir blucinle dünyaları fethedenleriz.
Olimpiyat'ı da, Dünya Kupası’nı da,
Eurovizyon’u da en iyi bilenleriz.
Asya’yı Avrupa’yla birleştiren,
yerli malı tercih edenleriz.
Biz sevenler, sevilenleriz;
andımızı ezbere bilen,
ülkemizi canımızdan önde görenleriz
ve yeniden dünyaya gelsek,
yine aynı yıllarda doğmak isteyenleriz...
 
"düş hekimi" Yalçın Ergir

Neler gördü bu ayakkabılar...

Sabahın erken bir saati. Cem Ceminay’ın radyo programına gideceğiz. Ben giyinirken kont Batu “Patron, bu ayakkabıları giysene” diyerek elinde rengi solmuş bir çift lacivert Converse’le çıktı geldi.

“Yahu, sen nereden buldun bunları, Batu” dedim. “Çok havalı olur giyelim bunları” dedi bir daha.
1989 yılında yani tam 20 yıl önce alınmış ayakkabılarıma bakakaldım. Özlemişim vallahi... Yatağın kenarına oturmuş, artık teki iyice kısalmış olan bağcıklardan birini düzeltirken “Batu”, dedim “biliyor musun? Ben bu ayakkabıyı aldığımda Sovyetler Birliği vardı. Berlin duvarı yıkılmamıştı, futbolda Doğu Alman Milli Takımı’ndan bahsedilirdi!” Batu güldü. “Ne gülüyorsun?” dedim. “Hatırlamaz mıyım patron, 10 yaşındaydım” dedi. Ben de “Yıkıl!” diye gürledim gözümü devirerek.
Gülerek aşağıya indi. Ayakkabılarımı bağlarken şöyle bir düşündüm de 1989 yılında üniversitenin bahçesinde ana binanın merdivenlerinde oturuyordum ve okulun yeşil parkalı son devrimcileri; “Arkadaşım! Ayağındaki bu ayakkabılarla bir çelik duvar gibi karşısında durmamız gereken kapitalist sistemin bir parçası olduğunun farkında mısın?” diye bozuk atıyordu bana.
Ve o tarihte Özal sonrası başlayan ithal hayatımızda Dior, YVL, IWC, Chanel falan filan çok uzaktılar bize...

Batu’yla radyo programından çıktıktan sonra iki lokma yemek yiyelim diye güzel bahçeli bir yere oturduk. 1989 yılı üzerine sohbetimiz devam ediyordu. “Yahu o tarihte Sezen Aksu’nun hangi şarkısı meşhurdu” tartışmamızı internet üzerinden kontrol ettik. “Gidiyorum, bütün aşklar yüreğimde” çıktı. Cumhurbaşkanımız rahmetli Turgut Özal iken, bugünkü Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan Beyoğlu Belediyesi başkan adayı olmuş. Oya ve Bora ikilisi “Ama üzülme, yine süzülme, çünkü sen bir tanesin”i söylerken Grup Pan “Bana Bana” adlı şarkılarıyla 5 puan alarak Eurovizyon’da bizi 21’inciliğe sabitlemişler. (Hadise daha o zaman 4 yaşındaymış.)
Ve o yılın en çok izlenen filmleri içinde Küçük Ceylan’ın “Hep Ezildim, Hep Ezildim” adlı filmi varmış ama o yıllarda sinema açısından şanslı dönemlerdeymişiz. Karılar Koğuşu, Uçurtmayı Vurmasınlar gibi çok önemli filmler de o yıl yapılmış. Huysuz Virjin o zaman da bugünden farksız, taş gibiymiş. Ertuğrul Özkök, Stalin Baroku isimli kitabını yayınlamış. Madonna ise “Like A Player” isimli albümünü.
Fransa Cumhurbaşkanı Mitterrand’ın ölümüne ve cenazesinde iyi arkadaşı o tarihin Almanya Başbakanı Helmut Kohl’un bir çocuk gibi ağlamasına daha yedi yıl varmış. (Hiç gözümün önünden gitmez o cenaze töreni. Kohl’ün gözyaşları bütün dünyayı şaşırtmıştı. Hatırlıyor musunuz?)
Bir ayakkabı alıp götürdü bizi. Kaç hayat, kaç katman, kaç değişim görmüş... Kimler gelmiş, hayatımızdan kimler geçmiş.
Ayakkabıları çıkardım ayağımdan. Çok eski bir aile yadigârı gibi kutusuna koydum. Kıyamadım onca yılıma. Ayakkabıları severek kutunun kapağını kapatırken büyüdüm sanmanın ne büyük yanılgı olduğunu düşündüm... Aynı yollardan geçer miyim yine? Büyük ihtimalle evet... Aynı tümseklere takılır, aynı çamurlara batar mıyım? Büyük ihtimalle buna da evet...
Ayakkabılarım ve ben... Uzun ince bir yoldayız... Gidiyoruz gündüz gece..

İclal Aydın

Yanlış zamanda ölmek!



















Farrah Fawcett perşembe sabahı hayatını yitirdi.
Michael Jackson’dan birkaç saat önce.
Uzun zamandır kanser tedavisi görüyordu.
Medya beklenen ölümler için hazırlık yapar.
Biyografiler yazdırılır, fotoğraflar derlenir, eski röportajlar taranır.
O an geldiğinde bu bilgiler haber olarak servise sunulur.
Dün de bu sistem işleyecekti. Ama kader ağlarını ördü. Fawcett’tan birkaç saat sonra Michael Jackson da gitti. Her şey altüst oldu.
Larry King’in evvelki akşam söyledikleri aslında durumu özetliyordu:
“Bugün Farrah Fawcett için özel bir yayın yapacaktık. Arşiv bantlar, konuklar ve görüşler hazırlanıyordu ama her şey değişti. Michael Jackson haberinden sonra Fawcett’ı ertelemek zorunda kaldık...”
Michael Jackson 80’lerin idolüyse, Fawcett da 70’lerin simgelerinden. En büyük televizyon yıldızlarından.
Güzelliği, harika sarı saçları, bembeyaz dişleri ve bronz teniyle o çocukluğumuzun en az Cüneyt Arkın, Kadir İnanır, Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit kadar bir parçası.
Münir Özkul’lu, Adile Naşit’li “Neşeli Günler”deki o sahneyi hatırlayın.
Palavracı Şener Şen’in yeğenleriyle “Charlie’nin Melekleri”ni izlerken Farrah Fawcett için “Geldi bu bana. Tanıştırdılar Amerika’da ama yüz vermedim valla...” deyişini.
O zaman için güzel ve seksi kadın demek Farrah Fawcett demekti.
Giyim kuşamından saç modeline kadınlar onun gibi olunca güzel kabul edilirdi.
Aptal sarışın falan da değildi ha...
Gayet zeki, neyi ne için yaptığını bilen, her şeyin farkında biri.
Sanıldığının aksine şöhretten sıkılan, köşesine gönüllü çekilen biri...
Şimdi ne oldu biliyor musunuz?
Fawcett, ölümünün ardından popüler kültür tarihinin ölümsüz ikonları arasına girecekken arada kaynadı gitti.
Saçlarından giydiği sutyensiz bluzlara, bikinilere, şortlara; muhteşem platform topuklu ayakkabılarından beyaz üzeri turuncu logolu klasik Nike’lara her şeyi belki de moda olacak, şu anda bütün dünyada gazeteler, televizyonlar, dergiler ve internet ona, tarzına ve hayatına odaklanacaktı.
Hâlâ bir şansı var mı dersiniz?

Mehmet Tez

20. yüzyıl işte şimdi sahiden sona erdi!















Cuma sabahı saat 01.30. Telefon çalıyor: “Michael Jackson ölmüş!” Bir David Lynch filmi fantezisi gibi. Az sonra uyanacağım, hepsi rüya çıkacak...

Televizyonun karşısında uykulu gözlerle CNN’e bakıyorum. UCLA Medical Center’ın kapısının önüne hayranlar toplanmaya başlamış. Michael Jackson hakikaten ölmüş.
“İşte 20. yüzyıl şimdi bitti!” diyorum kendi kendime...
2000’de falan değil. Şimdi bitti. Bundan sonra 2012’de kıyamet de kopar, her şey olur.
İlk aklıma gelen, bir dönemin bittiği.
Hangi dönem başladı emin değilim ama bir dönem sona erdi.
Michael Jackson’ın ölümü sanki iki yüzyıl arasındaki bağı kopardı.80’lerin en büyük simgelerinden biridir kendisi. Madonna da var, biliyorum ama o 21’inci yüzyıla çoktan geçti. Büyüdü, başka biri oldu. Yetişkin oldu.
Daha normal bir hayat sürdü. Yeni çağa uyum sağladı.
Michael öyle değil. O hep 80’lerin, hep çocukluğumuzun Michael’ı.
90’lardaki halini de çok benimsemeyişimiz bundan.

1979’daki “Off the Wall”u severim. “Benim” dediğim ilk albüm ise “Thriller”dır.
Baktım televizyonda herkes son döneminden bahsediyor. Müslüman mı oldu, Yehova şahidi olarak mı öldü? Kardeşim Michael Jackson ölmüş, siz neden bahsediyorsunuz...
Açtım arşivimi. 1983’e ışınlandım. Rolling Stone 17 Şubat. Enfes bir röportaj.
San Fernando Vadisi, Neverland tesislerinden manzaralar. Sorun o zamandan belli.
Doğru dürüst okula bile gitmemiş, babasının 4 yaşından ölene kadar çalışmaya zorladığı, baskı altında tuttuğu, ne çocukluğunu ne de gençliğini yaşayabilmiş birinden söz ediyoruz.
Hiçbir zaman doğru dürüst bir arkadaşı, sırdaşı, sevgilisi, çoluğu çocuğu ya da ailesi olmamış biri.
Dönem dönem bunların hepsine sahipmiş gibi görünse de, aslında durumu kameralar önünde Lisa Marie Presley’i zorla ve olabilecek en sakil şekilde öptüğü andaki kadar içler acısı biri...
9 yaşında bir çocuğun en yakın arkadaşı ve sırdaşı, 25 yaşındaki Diana Ross ise normallikten söz edemeyiz.
Michael, Rolling Stone’a sağlıklı yemekler yapan bir restoranda yediğini söylüyor. Yıl 1983. Daha o zamanlardan takıntılı sağlıklı yaşama. Ve o zamandan arızalı:
“Hayatımın olabilecek her anında birileri beni taciz ediyor” diyor.
Nereye gitse ona dokunmak, onunla konuşmak istiyorlar. Kaçamayacağını, saklanamayacağını biliyor.
“Bu tam zamanlı bir iş ve ışıklar sönünce eve gidip kafanı dinleyemiyorsun. Bu canımı acıtıyor” diyor. Hep de acıtacak...
Sonuçta 24 yaşında, “Thriller” dünyayı yerinden oynatırken malikanesinin bahçesinde korsancılık falan oynayan, Disney oyuncaklarını eve gelen muhabirlere gururla gösteren bir adam.
Jackson kardeşler bu röportajın yapıldığı 1983 yılına kadar toplamda 100 milyondan fazla albüm satmış. Michael’ın hayatının zirve dönemi.
Sonra düşüş başlıyor. Önce yavaş, sonra hızlı.
Michael Jackson yavaş ama emin adımlarla, önlenemez bir şekilde kendi kendinin karikatürü haline geldi.
Hep “Thriller” döneminde kalmayı istedi. Hep o kadar zirvede olmayı hayal etti.
Her yeni albümde o döneme dönme arzusu ve her seferinde yeni bir hayal kırıklığı.
Televizyon hâlâ açık.
Londra’da vereceği konserler mi yoksa çevresindeki kan emiciler mi onu mahvetti?
Vücudu 50 konserlik seriyi kaldıracak durumda değildi. Neticede 50 yaşında bir adam bu. Dünyanın ilacını kullanıyor. Üstelik başarısızlık takıntısı var. Ve sahnede dans etmesini, ay yürüyüşü yapmasını bekliyor ondan dünya.
E kaldırmadı vücudu.
“Çocukluğunu yaşayamayan biri olarak yaşlılığında çocuk gibiydi ve çocuk gibi öldü” diyor Rolling Stone’dan Anthony DeCurtis.
Michael Jackson’ın ölümü sembolik olarak İkiz Kuleler’in yıkılmasından daha büyük bir travma benim için...
Açtığı yara daha büyük.
O gece bizim kuşak ayaktaydı.
Sabaha kadar mesajlar, telefonlar...
Bir yakınınızı kaybedince büyürsünüz.
Biz artık büyüdük. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Mehmet Tez

Çocukluğumuz bitti
















Okul bahçesinde ‘melekçilik’ oynayan bir kuşağın mensubuyum ben. “Sen Jill ol, ben Kelly, o da Sabrina” şeklinde rol dağılımı yapılır, hayali Charlie’lerden zorlu görevler alınıp maceralara atılınır.
Tekerlemelerimiz bile vardı “Charlie’nin melekleri, kısa kısa etekleri” diye... Yalnız 29 bölüm oynadı Farrah Fawcett “Charlie’nin Melekleri”nde. Ama hayatının geri kalanını Ryan O’Neill ile yaşadığı “Aşk Hikayesi” ve pek ses getirmeyen filmlerle geçirmiş olsa da dizinin en unutulmaz meleği olarak kaldı.
Ve hayatının aşkıyla evleneceği haberlerinin üzerinden bir hafta bile geçmeden, 25 Haziran 2009’da uçup gitti bu dünyadan.

Lanetli tarih
Gelgelelim o tarih aynı kuşağa hayli okkalı bir darbe daha vurdu, ‘Meleğin göçünü’ da unutturdu maalesef. Hiç ölmez sandıklarımızdan, çok bize ait bir stardı Michael Jackson. Annelerimizin Elvis Presley’i vardı, bizim Jacko’muz.
Benim, kendi kendime keşfettiğim, duvarlarıma posterlerini astığım, üstüme başıma rozetlerini iliştirdiğim ilk ve tek isimdi. John Landis’in çektiği “Thriller” izleye izleye bozduğum başucu eserimdi. Onun ‘ay yürüyüşü’nü taklit etmek bir numaralı popülarite sebebiydi aramızda. “Billie Jean”i, “Beat It”i, “Libarian Girl”ü, “Dirty Diana”yı, “Bad”i ve daha nicelerini çok sevdik...
Ne fena ki biz ona bayıldıkça onun kendisiyle derdi bitmedi. Nicedir bakmaya içimin elvermediği bir yüzü vardı Michael Jackson’ın artık. O ışıltılı gülüşünden de, boncuk boncuk kara gözlerinden de eser yoktu.
Küçücük yaşında, beş kardeş arasında hemen fark edilen star ışığı kalmıştı bir tek. Onu da aldı gitti. Mehmet Tez’in Milliyet Pazar ekinde yazdığı gibi “20. yüzyıl asıl şimdi bitti.”

Asu Maro

Emilici vokke ölmedi yüreğimizde yaşıyor!













80'lerde çocukluklarını ve gençliklerini yaşamış, ben dahil herkes bu hafta sonu en çok şu cümleyi kurdu: Michael Jackson'la birlikte çocukluğumuz da öldü. Doğrudur. Ölmüştür.

İnsan, ilk çocukluk anılarında yer tutan insanlar göçünce ister istemez bu ruh haline giriyor, kolay kolay da çıkamıyor.
Müzik kanalları ve internet aracılığıyla hafta sonum MJ'in yasını tutarak geçti.
Şaka değil, 70-80 kuşağı için atlatması zor bir travma bu.
Ben onunla ilk defa 5 yaşındayken “We Are the World” sayesinde tanıştım.
Hatırlarsınız belki, TRT'de habire verirlerdi klibini.
Annem de her çıktığında ağlardı.
O yaşta anlamıyordum tabii niye ağladığını.
Ben de o ağlıyor diye ağlardım...
Sonracığıma, gördüğüm her siyahı Michael Jackson sanırdım.
Yine annem, beni elimden tutup “Bunu izlemelisin” diye Moonwalker'a götürdüğünde dokuz yaşındaydım.
Michael Jackson İstanbul'a konsere geldiğinde ise 13. Ağabeyime yalvarmıştım “Ben de izleyeyim seninle” diye.
Fakat “Kardeşine uyuzluk yapmaya yemin etmiş abi” sırıtmasıyla günlerce süründürmüş, sonunda da götürmemişti konsere.
İçim hâlâ yanar, bir kerecik canlı göremedim adamı.
Eminim, çok geniş bir yaş aralığında her müzikseverin Michael Jackson ile ilgili kendi hayatı içinde bir kilometre taşı olmuş, dün kadar yakın hissettiği, hafızasına çivi yazısı misali kazınmış bir anısı var, aynı benim gibi.
Bir de, ben Maykılceksın kardeşimin Smooth Criminal şarkısında emilici vokke dediğine çok eminim. (Eniveci, enibaci ve enigici vokke de kabulümdür.)
İngilizce öğrendikten sonra da hislerim değişmedi bu konuyla ilgili.
Eminim.
Michael'ın öldüğünü kabul edememem gibi (Bu da Sezen Aksu'ya “Sezen” diyen kadın ekolü gibi oldu ya, hadi neyse) doğrusu olduğu söylenen “Annie are you OK?”i kabul etmiyorum.
Doğrusu emilici.
Bu konudaki kararlılığımı tekrarlıyor, Michael'ı Moonwalk yaparak, şapkamı tutarak ve olmayan takımlarımı avuçlayarak selamlıyorum.

Melike Karakartal

Michael'in Gözlüğü















Hayatın boyunca izlediğin en etkileyici konser hangisiydi diye sorsanız; 93 yazı sonunda Michael Jackson'ın ınönü Stadı'nda verdiği konser derim.

Sonraki yıllarda pek çok büyük sanatçıyı sahnede izledim ama hiçbiri Michael Jackson'ın o konserinin yerini tutmadı.
56 bin kişinin üzerinde seyirci vardı statta ve Türkiye'de yapılmış tüm zamanların en etkileyici konseriydi.
Madonna da dahil olmak üzere sonra kimse ama kimse bu konserin üzerine çıkamadı.
Türkiye o yıla kadar böyle büyük sanatçılara ev sahipliği yapmamıştı...
Tıklım tıklım stat konserleri yoktu...
Dünya starlarını ilk kez görme özlemi vardı...
Üstelik Michael Jackson efsaneydi...
Bizler 20'li yaşlarımızdaydık.
Böyle bir iklimde, saatlerce stada girebilmek için kuyruklarda beklemiştik.
O konseri saha içinde izleyen şanslılardandım.
Bugün gibi hatırlıyorum sahneye ilk çıktığında seyirci çığlık çığlığa bağırırken heykel gibi hiç kıpırdamadan durduğunu...
Bir anda sağ tarafına döndü ınönü Stadı'nda Kapalı yıkıldı, o hâlâ heykel gibi...
Aniden soluna döndü, Numaralı yerle bir...
Seyirci tribünlerden atlayacak neredeyse.
Yavaşça gözündeki Police marka güneş gözlüğünü çıkardı, fırlatıp attı seyirciye ve Jam'i söylemeye başladı.
Sonraki yıllarda Cem Yılmaz bunun dalgasını çok geçti ama inanılmaz etkileyiciydi sahnedeki performansı.
O yıl Dangerous turnesi kapsamında tüm dünyada verdiği 69 konserde, 3,5 milyon seyirci toplayarak rekor kırmıştı Michael.
ıstanbul'a tek gelişiydi o turne, eminim benim gibi o gün ınönü Stadı'nda bulunan 56 bin kişinin hafızasında da sıkı bir yer edinmiştir.
13 Temmuz'da Londra'da başlayacak 50 konserlik dünya turnesiyle eski şaşaalı günlerine döner mi acaba diye beklerken ölüm haberi geldi...
Aldığı ilaçlarla, geçirdiği operasyonlarla sürekli kendini değiştirmeye çalışan Michael Jackson ölüm gerçeğini değiştiremedi.
Gözlüğü kimdedir acaba?..

Cengiz Semercioğlu

Charlie'nin Meleği

 















Bugün köşe ölüm ilanı gibi oldu, ama dün bizim 80'ler kuşağı için gerçekten kara bir gündü...
Michael Jackson kadar Charlie'nin Meleği Farrah Fawcett da ikonlarımızdan biriydi.
Hatta Farrah Fawcett'ın Türk toplumu üzerindeki etkisi çok daha fazlaydı.
şimdi söyleyeceğime genç arkadaşlar gülecek ama 80'lerde bu ülkede, kuaförlerde “Farrah saçı” diye bir model vardı.
Her kadın saçlarını yandan ayrılmış, uçları havaya doğru kalkmış vaziyette yaptırır, meç attırırdı.
Çünkü Fawcett ev kadınlarının bildiği en ünlü Hollywood starı, erkek izleyici içinse televizyonun ilk büyük seksi sarışınıydı.
Beni ölümüyle en çok şaşırtan ne oldu biliyor musunuz? Tüm bu şöhreti Charlie'nin Melekleri'nin sadece üçte birinde oynayarak elde etmesi...
Meğer sadece 29 bölümde oynamış.
Ben 116 bölüm çekilen dizinin hepsinde var zannediyordum Farrah Fawcett'ı...
Düşünün 80'ler kuşağının hafızasına ne kadar güzel ve güçlü çakıldığını...

Cengiz Semercioğlu

Son Kastrato...


















1981 yılında, hayatımın hedeflerinin, dünyaya bakışımın köklü biçimde değiştiği günlerde Mahler dinliyordum.
"Ölmüş çocuklar liedi" kararmış dünyamın fon müziğiydi.

O yıl bir başka şarkıyı daha dinlemeye başladım.
Kastratovari bir ses, muhteşem bir baladı söylüyordu.
Kadın sesi ile erkeğinkinin birbirine karıştığı veya birbirinden koptuğu sınırda söylenen bir şarkıydı.
"One day in your life" diyordu.
"Hayatında bir gün..."
"Hayatında bir gün bir yeri hatırlayacaksın.
Biri yüzüne dokunacak,
Hayatında bir gün
Burada bulduğun aşkı hatırlayacaksın."
Bu şarkı karanlık günlerimde bana çok dokunmuştu.
Sözlerindeki gibi, yüzüme, ruhuma dokunmuştu.
Michael Jackson söylüyordu.
Sonra "Thriller" albümü geldi, "One day in your life" unutuldu.
"Ay Yürüyüşü" o şarkının üzerinden silindir gibi geçti.
Michael Jackson dendiği zaman aklımıza gelen kırık hareketler, yüksek elektrikli, şimşek gibi şarkılar, 1980'li yıllara damgasını vurup geçti.
Benim gönlümde ise hep 1980'li yılların başında dinlediğim o olağanüstü balad kaldı.
"One day in your life..."
Sık sık dinledim.
Hayatımın filmlerini geriye sardım.
Kendime ait "bir gün"leri, çok özel "bir gün"leri hatırladım.
Dün sabah Michael Jackson'ın öldüğü haberi geldiğinde, içimdeki öteki, otomatik bir emirle harekete geçti.
"One day in your life"ı dinlemeye başladım.
Bir kere, iki, üç, dört kere...
Doyamadım, arabada da dinledim.
Michael Jackson, 50'li yıllarını, büyük bir konser dizisi ile açmaya hazırlanıyordu.
"Moonwalk"u bile aşacak yeni bir dans üzerinde çalıştığı söyleniyordu.Dinamit gibi gelecekti."Thriller"ı bile yaya bırakacak şimşek gibi şarkılar, danslar tasarlıyordu.Oysa ben 50'li yaşlarında ondan yeni bir "One day in your life" dönemi bekliyordum.Tıpkı şarkının sözlerindeki gibi ruhumuza dokunacak, tüy gibi okşayacak baladlar.
Aklıma, o muhteşem dizeler geldi:
"Bekler bazı şiirler bazı yaşları..."
Tıpkı onun gibi.
"Bekler bazı baladlar bazı yaşları..."
Michael Jackson gerçek bir müzik devrimcisiydi.Teneke trampetti.
Büyüyemeyen, büyümek istemeyen, oyuncaklar dünyasında, Disneyland'ında kendi kendini enterne etmiş bir çocuktu.
O son kastratoydu.
Çocuk kalabilmek için, kendi derisini, kendi ruhunu, kendi yüzünü kendi eliyle iğdiş etmiş son kastratoydu o.
Sabah oluyordu.
Hálá "One day in your life" çalıyordu.Karanlık günlerime döndüm.
Hayatımda her şeyi kaybettiğime inandığım, "çok özel bir günleri" bile hatırlamak istemediğim, erken bir ölüme hazırlandığım günlere.
Etraf, mahalle, muhit umutsuzluklarla doluydu.
Bir yandan ise Steven Spielberg'ler, Lucas'lar, Indiana Jones'lar, Star Wars'lar, Blade Runner'ların heyecan veren, umut saçan devrimci sinyalleri geliyordu.
Şarkı bir kere daha sona ererken düşündüm.
Michael Jackson'ın ölümü benim de 80'li yıllarımı kapatıyordu.
"Wacko Jacko" artık, bütün hayatı boyunca aradığı "Harikalar Diyarı"nda.
Kastre edilmiş, iğdiş edilmiş, meydan okuyarak çirkinleştirilmiş bir maskenin arkasında yaşıyordu.
Artık o maskeye ihtiyacı kalmadı.

Ertuğrul Özkök


Bakkala Giden Çocuk















 Bakkala ilk defa yalnız yollanmam beş yaşımı idrak ettiğim günlerdedir. İstanbul'un Fatih semtidir mekân; sokağın adı da Ispanakçı sokak. Köşede yeşil mozaik dış cepheli bir apartmanın sizi karşıladığı, bitişik iki ya da üç katlı kâgir evlerin arasında içinde bizim oturduğumuz beş katlı apartman gibi daha yüksek binalar olan, çocuk gözlerinde gepgeniş, şimdilerde dapdar bir sokak.
Nişanca caddesinden girdiğinizde soldan üçüncü apartmanda oturuyorduk ve mesafe olarak iki bakkal dükkânının tam ortasındaydık. Evden çıkıp sağa döner ve Nişanca caddesine çıkıp sol tarafa biraz yürürsem Yusuf Bakkal'a varırdık. Karmakarışık dükkân içinde her aradığını anında bulabilen, ağır karadeniz aksanlı, kızıl saçlı, mavi gözlü Yusuf amca; her zaman büyük adam gibi bizi dinleyen, dersle ve dini konularla ilgili sorular soran, fazla para harcarsak babalarımıza gammazlayan, vakit namazlarını hemen karşısındaki Kumrulu Mescit'de kılan güzel bir adamdı. Ben otuzlu yaşlarıma gelmeden, ellili yaşlarının ortasında iken alemden sessizce göçüp giden bu adamı İstanbul dışında olduğum zaman dilimlerinde de her yıl en az bir kez ziyaret etmiş olmaktan memnunum.
Apartmanımızın kapısından çıktığımda sola doğru sokak boyunca yürürsem 50-60 metre kadar aşağıdaki "kazıkçı bakkal" a varmış olurdum. İsmini hatırlayamadığım bu kara kuru adama takma adını kim uygun görmüştü hatırlamıyorum ama onun lâkabı buydu. Böyle meşhurdu. Her şeyi az daha pahalı satardı. Hele de ilkokula başladığımız senede fiyatları başka bakkallarla kıyaslamayı öğrenmiş, ondan alışveriş edene "bak kazıkçı oğlum o işte" diyerek adamın ününe ün katmıştık.
Kazıkçı bakkal ın mekânı ferah bir dükkândı. Kocaman bir camekân tezgâhı vardı. Çenemizi dayayarak tezgâhın içindeki malzemeyi seyretmek hoşumuza giderdi. Çikolatalı gofretler, kâğıtlı sakızlar, lüks gömlekleri (yaa böyle de bir şey vardı), gazocağı iğneleri, paket kibritler, çeşitli kırtasiye malzemesi camekân ardından bize bakardı. Tezgâhın üzerinde ise bir sıra kavanoz vardı. Açık sakızlar, "emme şekeri" dediğimiz akide şekerleri, kuş lokumu, badem şekeri, beyaz bezeler kavanozlarda iştah açıcı şekilde dururdu. Pahalıydılar ve çekiciydiler. Boşuna kazıkçı bakkal demezdik adama. Sabahları kapıda bir teneke peynir açar, metal tepsiye kalıpları yerleştirirdi. Peynir tenekesindeki suyu da dökmez, peynir suyuna turşu kurmaya meraklı ev kadınlarına satardı. 40 sene sonrasından baktığım bu günlerde bahsedilen bakkalın tam bir homo economicus olduğunu farkediyorum.
Kazıkçı desek de onun sakin dükkânının çekiciliğine ve de yokuş aşağı koşarak gidilebilmesine kapılarak her iki bakkal ziyaretimizin birisini ona yapardık. Biz dediğim; evsahibimizin benden bir yaş büyük ve bir yaş küçük kızları (Fatma ve Halime) ile komşu çocuğu Yılmaz. Hangimiz "bakkala gidiyorum" diyerek önden koşmaya başlarsa, kalan kısmımız da peşine takılır, ağzımızdan garip sesler çıkartarak koşmaya ve ona yetişmeye çalışırdık. Sahi o zamanlarda çocuklar koşarken avuçlarını ağızlarına kapatıp açarak ambulans sesi cıkartmayı pek severlerdi. Ben de severdim bunu.
Yusuf bakkalın tezgâhı ne kadar yüksek ve kalabalık, rafları ne kadar doluysa, kazıkçı bakkalın tezgâhı çocuk boyuna uygun, rafları da o derece sakindi. Bir de o dönemde bakkalların kendine has kokusu vardı. Her iki bakkalımız da ağırlıklı olarak gofret kokardı. İkisinde de kapıdan girişte sağda bisküvi tezgâhı vardı. Ülker bisküvilerinin kare kutularından dokuz tanesinin oluşturduğu ve koli ağızlarının açılıp üzerine camdan ve metal çerçevesi menteşeli kapakların takılmış olduğu bir tezgâh. Kolilerin ağızları hafif yukarı bakacak şekilde metal yuvaları ayarlanmış ve demirden ayakları olan bir tezgâh. En üstte sade gofretler, finger bisküviler. Ortada pöti bör bisküviler. En alt sırada da bebe biskuvileri ve kremalı bisküviler. Bu sırayı tamamen hayalîmde yapıyor da olabilirim. Şurada anlaşalım: En üst sırada sade gofretlerin varlığı kesin.
1970'lerin başında kredi kartı nedir bilinmediği gibi çek kullanmak, ya da başka bir deyişle çek defteri olmak başlıbaşına zenginlik alâmetiydi. Alışveriş merkezinden toptan alışveriş yapmak da adetlerin arasına girmemişti. Köyü olanın köyünden kurubaklagiller ve bulgur gelmesi dışında stokçuluk adeti de yoktu. Az miktar cep harçlığı olan anneler eksiklerini gündelik olarak bakkaldan tamamlar, yarını yedeksiz beklerlerdi.
Bakın stok yok dediysem hemen her evde beyaz sabun stoku olurdu. Hacı Şakir ya da Komili marka beyaz sabunlar baba tarafından keskin ve ince ağızlı bir bıçakla ikiye bölünür ve evin direkt güneş ışığı görmeyen pencerelerinden birinin iç kısmına dizilirlerdi. İyice kuruduktan sonra çatlamasına izin vermeden bez bir torbaya konarak somyaların birinin altında saklanırlardı. Kurumuş yarım sabun, hele de lavaboda suyu iyi sızdıran bir sabunluk varsa haftalarca dayanırdı. Aklından sıvı sabun, duş jeli ve şampuan geçiren varsa hemen unutsun. Tamam bakkaldaki raflarda ince belli mavi şişelerde Blendax şampuanı bulunurdu ama sadece çok özel günler için alınırdı. Yalnızca sapsarı saçlı Aynur hep bu şampuandan kokardı. Defterleri de, atmalı pabuçları da, saç tokaları da çok güzeldi. Onlar zengindi.
Bakkala gidilirken çocuğun götürülmesi çok istenmese de götürülmeyenin merdivene oturup anne gelene kadar ağlayacağı ve ağlarken topraklı ellerini suratına sürüp kömürcü çırağına döneceği ve bu esnada sümükleri akarak ağzına gireceği kaide olduğundan bir nevi mecburiyetti. Sırtına bir hırka ya da pardesü almış, ev başörtüsünü değiştirmemiş anne elinde yumuşak vinileks cüzdanı ile kapıda belirince sokakta oynamakta olan ufaklık, gözleri parlayarak annesine yaklaşır ve "bakkala mı?" sorusunu patlatırdı. Cevabı beklemek adetten değildi ve gelenek annenin etrafında daireler cizerek bakkala kadar olan yolu katetmek ve dairenin annenin önüne gelen kısmında hareket halindeyken pazarlık etmekti. Anneler babalar kadar net değillerdi, isteklerinizi alacak ya da almayacak bilemeden bakkala kadar gelmiş olurdunuz. Dönüş yolunda kâğıdı yarıya kadar yırtılarak yenmeye başlamış bir gofret, nadiren bir çikolata, çoklukla da ağızda sesle çiğnenen bir sakız ganimetiniz olurdu.
Kazıkçı bakkalın tezgâhının arkasına düşen duvardaki raflarda dizili Tursil kutularını hiç unutmuyorum. Üzerinde çamaşır asan kadın resmî olanlar. Şimdinin kilolarca ağırlıktaki deterjanlarının yanında 400 gramlık bir deterjan kutusu nasıl da garip geliyor. Çamaşır günlerinde çocuğun avucunun içine sıkıştırılan buruşuk kâğıt banknot ile ısmarlanan çivit ve bir kutu Tursil standarttı. Para üstünü kaybetmeden getirmemiz istenir ve kalan paradan alacağımız tek bir cins abur cubura izin verilirdi. Aksi takdirde yerinden kalkıp, pijamanı çıkartıp, sokak pantolonunu giyip, arkasına basılmış sokak ayakkabısını ayağına geçirip bakkala koşturmanın ne cins bir cazibesi olabilirdi ki? Unutmadan yazayım; başka evleri bilmem ama bizim evimizde soda, tuz ruhu, çamaşır suyu gibi maddelerin alınması babanın vazifeleri arasındaydı. Bu kimyasallara dokunmak da biz çocuklara yasaktı.
Bakkala gitme ve hasarsız dönme işinde ustalaşmanın getirisi paranın kalanı üzerinde minimal bir tasarruf yetkisiydi. Beş liradan artan 50 kuruşun hesabını anne sormaz, bu miktar da anında harcanmayıp biriktirilir, kırtasiyecinin vitrinindeki helikopterin hayalî kurulurdu. Hasarsız eve dönme deyince orada durmak lâzım. En önemli hasar; kendini kaybeden ve bakkal tezgâhındaki malzemenin albenisine kapılan çocuğun paranın üzerinden kalan ciddi bir miktarı harcedip bitirmesiydi. Bir başka hasar da alınan açık yoğurdun elden düşürülüp kendisinin ziyan olması ve kabın emayesinin bozulmasıydı. Buna ceza olarak anne 10 dakika kadar çığlıklanır ve ne kadar işe yaramaz olduğunuzu yüzünüze defalarca söylerdi. Hele de yoğurt biraz da üzerinize döküldü ise nemli bezle elbisenizi silerken hafiften pataklardı da. Galiba...
Ve tabii ki mahallenizden olmayan çocukların tacizi ile eldeki para üstünü ya da çerezi kaptırmak, kaçarken düşüp dizleri kanatmak da önemli komplikasyonlardandı. Gerçi camdan dışarıyı seyreden şahin bakışlı komşu teyzeler mahalleliyi korur, yabancı çocukların ağzının payını verirler, hatta kovalamak için pencereden terlik fırlattıkları bile olurdu. Fırlatılan terliği koruyucu cam güzeli teyzeye götürme vazifesi tabii ki yabancı çocukların elinden kurtarılan kopile aitti...
Yeni yeni bakkala yollanmaya başlanan çocuk bin bir tenbih ile evden salevatlanırdı. "Avucunu açma! Parayı kaybetme! Çok koşma! Dönüşte mutlaka kaldırımdan gel! Elindekini düşürme! Yabancı çocuklara cevap verme! Hiç bir yerde oyalanma!" şeklinde giden bir anne tiradı vardı. Bu konuşmanın en önemli noktası da bakkal önünde gazoz kasalarını yan çevirerek üzerine oturan, babanın yorumu ile "ipsiz sapsız" takımıyla konuşmama uyarısıydı. Konuşurduk tabii ki.
Bu aralar fırsat bulup da çocukluğumun sokaklarını arşınladığımda bakkal önü dikilen delikanlıları görünce eski günlerden ufak bir esinti hissediyorum. Kendi zamanımın tipleri ile kıyaslayıp kendimce onların aile hikâyelerini yazıyorum. Onları gözlerken koşarak bakkala giren ilkokul çağlarındaki bir şortlu çocuk tabloyu tamamlarsa keyfim iki kat oluyor. Bakkala girip Kızılcahamam sodası soruyorum, yoksa olana razı olup alıyorum. Bakkalın dibindeki ilk apartmanın merdivenlerine oturup sodamı içiyorum. Delikanlıların muhabbetine kulak misafiri oluyorum. Genellikle beni umursamıyorlar. Kimseyle alıp veremediği olmayan kır saçlı bir adama ne diyebilecekler ki?
O daracık ve basit yaşamdaki gizli genişliği ve sevinebilme kolaylığını şimdilerde çok özlüyorum.
Ahmet Faruk Yağcı

Seni görmek ister her bahtı kara!

Geçen hafta birkaç gün Ankara'daydım. Ankara neymiş biliyor musunuz?

Elbette bu söyleyeceklerim başkentle sıkı-fıkı bağı olanlar, orada yaşayanlar-çalışanlar için geçerli olmayabilir.
Diyeceğim ki, oraya bir turist gibi giden adam için zamanın yavaş aktığı bir ıstanbul'muş.
ıstanbul gibi “Bu şehirde her şey hızlıdır. Sürekli düşünmelisiniz, acele etmelisiniz, haydi hop!” demiyormuş.
Burası bana en son çocukluğumda yazlıktayken hissettiğim bir “yavaşlık” hissini tattırdı: “şu anda hiçbir şey yapmak ve düşünmek zorunda değilsin, sadece Tenten ve Tommiks'lerini oku. Annenin makyaj malzemelerinin, ayakkabılarının, kitaplarının, dergilerinin içinde kaybol ve sütünü iç. Başka bir sorumluluğun ve işin yok.”
Böyle bir şey işte...
Bu arada, hiç annenizin, anneanneninizin evinde eskiden baktığınız kitapları karıştırıyor musunuz?
Vermediyseniz-atmadıysanız muhakkak yapın bunu, dünyanın en tatlı hisleri geri geliyor bir anda.
Geçen gün evde küçüklüğümde hastası olduğum resimli bir ansiklopedi setini buldum (hatırlarsınız belki, 1973'te basılmış, içinde “Neden Niçin?”, “Kim Kimdir?” gibi fasikülleri vardı). Sonra, Kadıköy'de şimdi Mango'nun olduğu binanın yan tarafında Haşet Kitabevi vardı, oradan aldığım pop-up book'lar (hani açtığınızda içinden bir şeyler fırlayan kitaplar), sonracığıma, ağabeylerden-kuzenlerden kalma çok eski masal kitapları, (mesela Oz Büyücüsü'nün 1950 baskısı, Külkedisi, Pamuk Prenses gibi klasiklerin eski baskıları)...
ışte tüm bunların yıllar sonra kapağını açınca delirecek gibi oluyor insan.
Neyse, ne diyordum, Ankara... Orada bulunduğum birkaç gün televizyon pek açılmadı, internette sörf yapılmadı; üstelik ikamet yerim merhum gazeteci Erdoğan Tamer'in eviydi, dolayısıyla bu bahsettiğim “çocukluk hissi”ni yakalamak için kütüphanede karıştırılacak çok şey vardı tahmin edersiniz.
Herkesin iş peşinde koştuğu güzel bir öğleden sonrayı çalışma odasında bağdaş kurup tozlu eski kitaplar arasında geçirdim...
Bir tek yanımda sıcak süt ve Cicibebe (sütlübüsküü) eksikti...

Melike Karakartal / Hürriyet

Deniz, mehtap, hatıralar ve o şarkı!


















Yıllar önceydi. İlkyazdı...

Henüz tatil sezonu açılmamıştı. Sevgililerinden yeni ayrılmış iki aşk kırgını adam İstanbul'dan kaçmış, Ege kıyılarında dolaşıyorduk.Sürekli konuşuyor, kısa pantolonlu çağlarımızdaki gibi itişiyor, gülüşüyorduk! Çünkü durup sussak ve kendimizi dinlesek henüz kapanmamış yaralarımızın kanamaya başlayacağını biliyorduk.Ayrılığın acısı birdenbire bastırırsa altından kalkamayacağımızı biliyorduk.
Zaten cep telefonlarımızın hain, arsız biplemeleri yeterince hoplatıyordu yüreğimizi! İçimizden söyleniyorduk! Bak "onunki yine de mesaj attı; benimki kapı duvar!" diye...
Derken...Bir akşam...Üzerimizde kazaklar kıyıda uzanmıştık.Çakıl taşları sırtımızı acıtıyormuş, poyrazdan serin rüzgar esiyormuş, hiçbiri umurumuzda değildi! Önce solgun bir mehtap çıktı, ardından martılar geldi.Uzakta yapayalnız sallanıp duran balıkçı teknesinin üzerinde şöyle bir dolandılar.Çığlıkları kıyının sessizliğini bozdu.

Sonra...İkimizin de zihninde aynı anda aynı şarkı belirdi: "Deniz ve Mehtap." İnanılacak gibi değildi.Ben Dario Moreno zamanında çocuktum.Arkadaşım ise ünlü İzmirli müzisyen ve aktörün ölümünden çok sonra dünyaya gelmişti.Demek ki, şarkıyı ve o içli söyleyişi nasılsa duymuş olmamız içimize işlemesine yetmişti! Şimdi iki adam, gökyüzüne bakarak söylüyorduk:
"Deniz ve mehtap sordular seni/nerdesin?/nasıl derim terk etti/bırakıp beni gittin/anladılar ki, aşkımız bitti."
Oysa ilk bakışta terk eden bizdik.Ama galiba o akşam tam o anda bu şarkı yoluyla "gidendir asıl terk edilen" gerçeği kafamıza dank etmişti.Dağıldık.Martı sesleri ve o şarkı oracıkta bitirdi, öldürdü bizi! Bir saat sonra akşamın karanlığında kıyı boyunca yürürken içimizde oluşan sancıyla baş etmenin yolunu bulmuştuk! Şimdi şarkıyı rap ritminde söylüyorduk:

"Mehtap dedi/gördüm ah onu/ belinde erkek kolu!" Biraz dalgacı, biraz öfkeli bir yorum ve ritim yavaş yavaş ruhumuzu yatıştırmıştı.
Ertesi gün İstanbul'a döndük.(Meraklısı için not: İkimiz de eski aşklarımıza dönmedik! Peki aşkın bizzat kendisi bize tekrar döndü mü diye sorarsanız, orası kuşkulu!)
O günden sonra bir daha ne Dario Moreno lafı ettim ne de "Deniz ve Mehtap" şarkısını aklımdan geçirdim.Şimdi o akşamı hatırlamamın nedenine gelince...Geçen gün bir kitap ve cd mağazasında dolanırken yeni çıkmış bir albüm gördüm: "Dario Moreno'suz 40 Yıl." Odeon'un koleksiyon serisinden çıkan albümde "Deniz ve Mehtap"dan "Canım İzmir" e; "Hatıralar hayal oldu"dan "Y'a du Travail"e kadar tam 21 şarkı var.Aldım tabii. Cd'yi.Dinliyor muyum, diye sorarsanız eğer...Evet ama biraz ürkerek...

Çünkü...Hatıralar hayal oluyor, doğru da, "hayal"leri de pek hafife almamalı. Değil mi?

Haşmet Babaoğlu

Çağan Irmak' ın 'Issız Adam' filminin finalinde çalan eşsiz şarkısı...


Anlamazdın...

Sevilirken bilmedin mi?
Ben söylerken gülmedin mi?
Falımızda hasret var ayrılık var demedim mi?
Anlamazdın anlamazdın..
Kadere de inanmazdın…
Hani sen acı veren kalpsizlerden olmazdın….
Dilerim ki mutlu ol sevgilim..
Ben olmasam bile hayat gülsün sana..
Günahı boynunda, ağlayan bir çift göz bıraktın arkanda.
Kalbim bomboş kaldı sanma
Acılar geçer zamanla…
Aşka tövbe demem ben..
Görürsün sevince yeniden…
Anlamazdın anlamazdın..
Kadere de inanmazdın…
Hani sen acı veren kalpsizlerden olmazdın….
Dilerim ki mutlu ol sevgilim..
Ben olmasam bile hayat gülsün sana..
Günahı boynunda, ağlayan bir çift göz bıraktın arkanda…

Ayla Dikmen

Anlamazdın, anlamazdın...

GEÇEN akşam Çağan Irmak’ın "Issız Adam" filmini seyrettim.Çok sevdim.Bugün o filmi neden çok sevdiğimi anlatacağım.
Üstü açık Mustang araba her önümden geçtiğinde, aklıma Brigitte Bardot gelirdi.Üzerinde kapri bir pantolon, başında eşarp, ayağında düz ayakkabılar...1960’lı yılların ortalarıydı.Alain Delon’un "Üç Arkadaş" ve "Batan Güneş" filmini henüz seyretmiştik.Espadril ayakkabıları ilk defa o filmde görmüştük.Düşük kemerli pantolon giyiyor ve yaldızlı parlak ince kemerler takıyorduk.Bize tuhaf tuhaf bakmaları umurumuzda bile değildi.İzmir’de kendimize suni ve küçük bir dünya kurmuştuk.Alsancak, bizim ütopyamızdı.Bedenimiz kenar mahallelere aitti, ruhumuzsa, mühendisliğini kendi yaptığımız bu hayal semtte volta atıyordu.
İlk Mustang arabayı, Alsancak’ta gördüm.Hafızam beni yanıltmıyorsa, o yıllarda İzmir’in en gözde gençlerinden biri olan Enis Berki’ye aitti.Yanında, hep sarı saçlı genç bir kadın otururdu.Üstü açık araba önümüzden geçerken, başına bağladığı eşarp arkaya doğru uçuşur ve bizler onları hayranlıkla seyrederdik. Hayran olduğumuz şey neydi? Genç ve yakışıklı adamın yanındaki sarışın kadın mı?Yoksa Mustang araba mı?Yoksa hepsi mi?Büyük bir ihtimalle, kurmak istediğimiz ütopya mahallesini en iyi anlatan film sahnesi bu olduğu için.Enis Berki’nin yanındaki sarışın kadın Ayla Dikmen’di.Geçen akşam, Çağan Irmak’ın filmini seyrederken, yine o kadın karşıma çıktı.Sesiyle ve unutmaya başladığım o muhteşem şarkısıyla?"Anlamazdın, anlamazdınKadere de inanmazdın?"
Issız Adam’ı çok sevdim.Çünkü tıpkı benim gibi, kendine, sadece kendine ait bir şehir ve bir semt kurmuş.Orada insanlar, New York’un "Village"inde yaşıyor.Çirkin olan her şey mahalleden kovulmuş.İnsanlar güzel, mekánlar harikulade.Görüntüler sanki, bu çirkin dünyamıza hiç ait değil.Para sıkıntısı yok, ekonomik kriz mahallenin girişinde kalmış.Bu mahalle halktan kopuk, ama insanlardan hiç kopuk değil.İnsana ait her şey yaşıyor bu mahallede.Mahallenin anadili genç, esprili; hayatla alay ediyor, gırgır mı gırgır.Kıyafetler de genç, modern insanların kurduğu küçük mekánlardaki sevişmeler de.Ve eski Türk pop müziği şarkıları.Ayla Dikmen’in "Anlamazdın, anlamazdın"ı.Bu mahalle sakinleri bana çok akraba.Yaşça küçükler, ama hepsi akranım.Onları tek tek tanıyorum.
Yıllar önce İzmir’imde işte böyle muhteşem bir ütopya mahallesi yaratmıştım.Kendimi o mahalleye kapattım ve bir daha hiç çıkmadım.Nereye gitsem o mahalleyi hep yanımda taşıdım.Başka mahallelerde olup bitenleri dışarıdan, bir yabancı gibi seyrettim.Şuradan buradan kopuksun dediler, hiç umurumda olmadı."Benim mahallem burası, benim halkım bu, hepsini kendim yarattım, bu mahallede yaratan da benim, kulu da" dedim, yürüdüm gittim.Benim mahallemin evleri güzel, kızlarının hepsi Brigitte Bardot’a benziyor.Oğlanlarının hepsi espadril giyiyor.Benim mahallemin her evinden güzel şarkılar geliyor.Benim mahallem, ıssız adamların, onlara áşık kıpır kıpır, küçümseyen kadınların, aniden ayrılmaların, sonra buluşup ağlamaların mutena semti.Benim mahallem, bu fani dünyanın katı ve acımasız gerçeklerinden kopuk.O yüzden başımızı kapıdan çıkarmadan, bütün hayatımız boyunca buralarda yaşıyoruz.
O gece kimimiz biraz, kimimiz bayağı ağladık.Mustang arabanın içindeki o sarışın kadını tekrar gördük.Her saniye kuaförden çıkmış sarı saçları ve ağır makyajının altında hüzünlü bir yüzün yaşadığını orada fark ettik.Film bitti ama hepimiz hálá onun şarkısını dinliyoruz."Anlamazdın, anlamazdın?
"İçimden bir ses diyor ki, Türkiye bu şarkıyı yeniden dinleyecek.Mustang’ın içindeki o sarışın kadını tekrar hatırlayacağız.Ve arkasından, "Onu çok iyi biliriz" diye sesleneceğiz.
Ütopya mahalleleri, filmini ve müziğini şimdi buldu.Bu defa ıskalamamak lazım.

Ertuğrul Özkök

Teneke sobalar...

SOBALARIMIZ tenekedendi. Ağırlıktan yanlara doğru hafif açılmış dört ayağı, odunları koymak için büyük, hava ayarı için küçük sürgülü kapakları vardı.Borular önce tavana doğru yükselir, sonra dirsekle döner, duvardaki deliğe girerdi.Bir-iki yerinden telle tavana ya da duvarlara bağlanırdı borular, ki başımıza düşmesin.Soba altlıkları, üzeri teneke ile kaplı tahtadan yapılırdı. Kenarları dört parmak yüksekliğinde ve yapan ustanın zevkine göre çivinin ucuyla süslenirdi...

Yakıldığında genelde evi duman basardı. Kapıyı-pencereyi açardık ve paltolarımızı giyerdik, baca ısınıp da sıcak hava doğal yolunu bulana ve ev ısınana dek. Ve ısındıkça çıtır çıtır sesler gelirdi borulardan, toplanırdık teneke sobanın başına.Sobalar evin fırınıydı, ocağı, çocukların çalışma salonu, kestaneci, mısırcı, çayhanesi, büyüklerin kütüphanesi, kedinin uyku yeri, ailenin toplantı mekánı...Yuva olmanın, sevginin, özlemlerin, umutların, hayallerin çatırdadığı yer...Sıcaklıktı sobalarımız...

Ben kalorifer peteklerini hiç sevmedim.Borularla ayrı ayrı odalara bölündü sıcaklıklar.Duvarlara takılan kalorifer petekleri aslında bizi bölüyordu, farkında değildik. Kız ile oğlan odalarına çekildiler. Anne yemeği mutfakta yapıyor artık.Baba kitabını nerede okusa olur.Evi artık duman basmıyor, hep birlikte yaşanan minik duman savaşının o unutulmaz işbirliği son buldu. Yuvalar odalara dağıldı, kestaneci gitti, mısırcı orda değil, çay ocağı kapandı, kedi kayboldu ortadan...Hikáyeler, anılar, sohbetler, bir arada olmanın o damak tadı, o yuva olmanın ısısı bitti...

Bir teneke soba giderken neler götürdü bizden farkına varmadık bile.(.........)"Doğalgaza çok zam geldi" diyorlar:"Zam geldi, ısınmak artık daha pahalı..."Modern hayat böyle istiyor, ne yapacaksınız?

Bu size medeniyetin getirdiği ağır fatura gibi gelebilir, ama bir teneke sobanın götürdükleri yanında lafı mı olur a dostlar.Bizim bir teneke sobamız vardı...
Bekir Coşkun

Göçmüş rock mesihlerine katıldı...

16 Eylül 2008. Richard Wright öldü. Pink Floyd bir daha bitti. Acaba? Çıktıktan sonra Billboard listesinde aralıksız 724 hafta kalmıştı "The Dark Side of the Moon."
Dünyada 30 milyon "legal" satış rakamına ulaştı. Her yıl 250 bin adet satmaya devam ediyor. Richard Wright’ı rock mesihlerinin göçüne uğurlarken "Bitmez usta Pink Floyd" dedim kendi kendime ve "Time"ı çaldım: "Zaman geçti, şarkı bitti, oysa daha söyleyecek sözüm vardı..."Güne Richard Wright’ın ölüm haberini alarak başlamak hiç hoşuma gitmedi.Spiker "Efsanevi rock grubu Pink Floyd’un kurucu elemanlarından Richard Wright 65 yaşındaydı..." dedi.Pink Floyd hayranının da yaptığını düşündüğüm işi yaptım önce...Televizyonu dilsize çevirdim, plaklara yöneldim ve "The Dark Side of the Moon"u çıkardım.Beşinci parça: "The Great Gig In The Sky...""Gökyüzündeki Muhteşem Konser"e nihayet katılma kararı aldığını düşündüm Richard Wright’ın.Pink Floyd külliyatına belki de en mühim bireysel katkısı olarak gösterilir bu parça.Vokalde insanın ruhuna teklifsizce dalan Clare Torry vardır.Ama ne parçadır.Ama ne albümdür.
Pink Floyd’un "bir kere daha bittiğini" düşündüm sonra.Pink Floyd tabii bitmez; insanoğlu müzik dinlediği sürece var olacak.Fakat tarihinde yaşadığı büyük kırılmaların her birinde biraz daha bitmiştir.1960’ların başında Londra’da bu dünyaya kaybolmaya gelmiş, tanıyanların "O kadar güzel bir başka insan tanımadım" dediği Syd Barrett’ın etrafında şekillendi Pink Floyd.Caz meraklısı Richard Wright grup kurulduğu sırada ikinci adamdı.Roger Waters ve Nick Mason gruptaki "karakter sıralamasında" henüz gerideler.Richard (Rick de diyebilirsiniz...) sessiz ve düşünceli ve hassas bir insan.Nick Mason yıllar sonra otobiyografisinde Wright’ı şöyle tarif ediyor hatta: "Richard vaktini düşünmeyi düşünerek geçirirdi..."
Richard hırsları alınmış bir insan.Syd Barrett zaten bu dünyanın vatandaşı değil; kendisini müzisyenden çok ressam olarak görüyor. Canım benim...Davulcudan istisnai durumlar hariç (Gabriel sonrası Genesis vs) pek lider çıkmaz; Nick Mason’ı da düşüyoruz liderlik listesinden o zaman...Kime kalıyor liderlik işi, tabii Roger Waters’a.İşte ilk olarak "Pink Floyd bitti!" diyenler, bu tarihte türemiştir.6 Nisan 1968’de Syd Barrett’ın ayrılışının açıklanması bazılarına göre "bitiş" anıdır.
Kimilerine göre 1981’de Roger Waters’ın eski dostu Wright’ı gruptan kovduğu gün bitmiştir Pink Floyd.Kimilerine göre "Bitti!" denilen gün 23 Aralık 1987’dir.O tarihte Londra Astoria Otel’de David Gilmour, Roger Waters, bir muhasebeci, bir bilgisayar ve bir printer buluşur.Toplantı birkaç saat sürer. David Gilmour’ın "Boşanma gibiydi" dediği buluşma sonunda Waters topluluktan yasal haklarıyla beraber ayrılır.Richard Wright döner ve yeni Pink Floyd başlar.Ama dedik ya; bitmiştir Pink Floyd bir daha.
7 Temmuz 2006’da Syd Barrett öldü. 1968’de "şizofreni" teşhisi konmuştu.O gün, yani "Göçmüş Rock Mesihleri" kervanına Syd Barrett’ın da katıldığı gün Pink Floyd bir daha bitti."Shine On You Crazy Diamond" o gün çalındığı kadar hiç çalınmamıştır.Bitmişti hadise tamamen.*Acaba?..Syd Barrett ölmeden bir yıl önce, 2 Temmuz 2005’te Live8 için, yani hayırlı bir iş için buluşmuştu "Öte dünyada bile selamlaşmaz bunlar" denilen ekip.Waters, Gilmour, Mason ve Wright aynı sahnede.Laflarının arkasında durdular ve "Bir kereye mahsus" denilen konseri tonlarca milyon dolar önerilse de tekrarlamadılar.
16 Eylül 2008. Richard Wright öldü.Pink Floyd bir daha bitti.Acaba?..Çıktıktan sonra Billboard listesinde aralıksız 724 hafta kalmıştı "The Dark Side of the Moon."Dünyada 30 milyon "legal" satış rakamına ulaştı albüm.Her yıl, düzenli olarak 250 bin adet satmaya devam ediyor.Britanya’da her 5 evden 1’inde bulunuyor bu albüm.Üzerine kitaplar yazıldı.Bir hesaba göre dünyada bu kadar "The Dark Side of the Moon" varsa, dinlenmediği bir saniye bile geçmemekte.Üstüme düşen vazifeyi yıllardır sektirmeden yerine getirdiğimden, bu iddianın altına imzamı atarım.
Temiz yüzlü, sessiz, büyük bir müzisyendi.Yola çıktıkları yıllarda enstrüman akord etmeyi bir tek o bilirdi.İdolü Miles Davis idi."The Great Gig In The Sky"a katılma zamanı geldi.Syd, Janis, Jim, Jimi, Brian, Kurt, Freddie, John, George, Jerry, Bob, Rick...Ekibe bak be!Richard Wright’ı rock mesihlerinin göçüne uğurlarken "Bitmez usta Pink Floyd" dedim kendi kendime ve "Time"ı çaldım:"Zaman geçti, şarkı bitti, oysa daha söyleyecek sözüm vardı..."

Kanat Atkaya/Hürriyet