
Dün hafızam beni alıp tam 26 yıl önceki 1 Mayıs'a götürdü. Sevinçli, coşkulu ve şehir tarihinin hiç görmediği kadar büyük bir kalabalık Taksim Meydanı'nı tıka basa doldurmuştu. Ben ve arkadaşlarım o zaman Intercontinental olan The Marmara'nın önlerinde bir yerdeydik. Hangimizin aklına esmişti bilmem, ama bir grup ayakkabı boyacısı küçük çocuğu da peşimize takıp getirmiştik. Hani bayram atmosferiyle eğlensin çocuklar diye... Ama kalabalığın sürekli dalgalanmasından ürkmüş, çocuklar ezilmesin diye ne yapacağımızı şaşırmıştık. Onlarsa yolda aldığımız lolipopları bir ellerinde, öteki ellerinde rengârenk bayraklarla hayatlarından çok memnundular. Sonra silahlar patladı ve Taksim birkaç saniye içinde mahşer yerine dönüştü. Panikle birbirini ezercesine parka doğru hareketlenen büyük kitlenin içinden üstüm başım yırtılarak nasıl sıyrıldığım bir kez daha gözümün önünde canlanınca ter içinde kaldım. Otelin önü ve şimdi metro çıkışının bulunduğu alanda toz topraktan mı bilmem, kesif bir duman yükseliyordu. Panzerler inanılmaz bir süratle ortalıkta dolaşıyor ve bunu yaparken Kazancı Yokuşu'nun önünde yerde yatan bedenlerin üzerinden geçiyordu. İlk, çocukların telaşına düştüm. Aradım, bulamadım. Başlarına bir şey gelirse kendimi asla affetmeyecektim. Bana saatler kadar uzun gelen bir süreydi bu, oysa birkaç dakikadan fazla sürmüş olamazdı. Çünkü iki arkadaşım gelip kolumdan tutmuş, "haydi, daha fazla kalmayalım, yoksa öleceğiz" deyip çıkarmışlardı beni o cehennemin ortasından. Gezi Caddesi'nin oradaki polislerin bile meydanda yaşanan dehşeti görüp korkuyla birbirlerine "kaçın" diye bağırıp dağıldıklarını bugün gibi hatırlıyorum. Akaretler'de bir kahveye kendimizi zor atmış, çay içip kendimize gelmeye çalışmıştık: Sıcağı sıcağına itiraf edemezdik elbette; ama hepimizin ruhu en derin yerinden yara almıştı.
O anda anlamıştık: Bildiğimiz bütün sloganlar, egzersizlerle ayakta tutulan siyasal öfkeler, akılcı görünen basmakalıp teoriler bu yarayı bir daha kapatamayacaktı... Çünkü acımasızlığın barışçı söz karşısındaki hain gücüne tanık olmak, her şey bir yana, insani bir yenilgiydi. Gece eve döndükten sonra haberlerde 34 kişinin olayda hayatını kaybetttiğini öğrendik.. Benim ve arkadaşlarımın o günden tek tesellisi boyacı çocukların bizden önce alanı terkedip evlerine ulaştıklarını öğrenmemiz olmuştu. Zaman geçip gitti tabii. Ömürlerimiz de...
Tam 26 yıl olmuş...O "Korku ve Dehşet" operasyonundan geriye, yaşayanların anıları, bilip gördüklerinden başka bir şey kalmadı. Sözgelimi devrin resmi soruşturmacıları ve yargıçları ne kadar aksini iddia ederlerse etsinler, birçok kişi gibi ben de olay ilk başladığında çok "düzgün kılıklı" adamlar tarafından Sular İdaresi'nin üstünden kalabalığa ateş edildiğine eminim. Kendi gözlerimin gördükleri ağır basıyor çünkü. Ve otelin üst katlarından bizim bulunduğumuz bölgeye ateş edildiği imgesi de hâlâ hafızamın bir kıyısına yerleşmiş, öylece duruyor.
Birçokları yakınlarını kaybetti, hak aradıkları mahkemelerde acıları bir parça olsun dinmediği gibi o süreç boyunca çektikleriyle acıları katlandıkça katlandı. Üzeri kapatılmış, davası üç beş tutuklunun da beraatiyle sonuçlanmış, 12 Eylül geldikten sonra hatırası da silinmiş muazzam bir provokasyondu bu. Bir daha sağıyla soluyla barışçı bir siyasetin imkânı kalmamıştı. Bu provokasyon öfke ve nefreti siyasal alanın tam göbeğine öylesine kalın çizgilerle kazımıştı ki bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Siyasetin demokratik diline o kadar ağır bir darbe indirilmişti ki, artık sadece şiddet konuşacaktı toplumda...
Dönemin başbakanı Demirel de, sonraki başbakan Ecevit de rutin açıklamayı yapmışlar ve "iç ve dış karanlık güçlerin tezgâhı" olarak gördükleri bu olayın mutlaka aydınlatılacağı sözünü vermişlerdi. Üç yıl sonra da onları siyasal hayattan uzaklaştıran darbe geldi. Demirel ve Ecevit de acaba hatırlıyorlar mıdır 1 Mayıs 1977'yi diye, aklımdan geçiriyorum bazen.
Hatırlıyorlarsa eğer, bu konuda toplumla paylaşacakları düşünceleri, hiç değilse bir çift sözleri yok mudur?
Haşmet Babaoğlu/Vatan
