Philippe Noiret ölmüş diyorlar...
Genç kadın, koltuğa gömülmüş gazete okuyan orta yaşlı adamın bulunduğu odaya hızla girdi.Telaşlıydı.Dışarıda arkadaşları onu bekliyordu.Adama hiç aldırmadan sırtını dönüp üstündeki kazağı çıkardı. İçinde başka bir şey yoktu. Dolaptan aldığı bluzunu giymeye çalışırken adam ağır ağır genç kadına dönüp “bu yaptığınız ayıp hanımefendi” dedi; “açıkça küstahlık!” Yüzünü bile dönmeden alaycı bir kıkırdamayla sordu genç kadın: “Neden? Hiç mi çıplak kadın görmediniz?” Yumuşak ama içten içe otoriter bir sesle “Yanılıyorsunuz” diye yanıtladı orta yaşlı adam. “Kadın vücudunu iyi bilirim. Ama erkek yerine koyulmamanın, hatta hiç yokmuş gibi davranılmasının nasıl incitici bir küstahlık olduğunu da bilirim. Buna izin veremem.” Sahneyi aslında hayal meyal hatırlıyorum.Ama onu ilk böyle tanıdığımı iyi biliyorum.O hep orta yaşlı ve daha sonra da yaşlı kalan adamı.Philippe Noiret’yi yani.Filmin adı “Un Taxi Mauve/Mor Taksi”ydi.
Ajanslar “Ünlü Fransız aktör Philippe Noiret dün 76 yaşında hayata veda etti” haberini geçtiğinde ister istemez zihnimde kendi hayatımın bir bölümü yeniden canlandı.O günler...Vizyona çıkan en yenisi iki üç yıl eski olan Fransız filmlerine bayıldığımız günler.Yutar gibi Lacan, Althusser, Derrida okuduğumuz...Aşkın ve son troleybüs hatlarının tadını sonuna kadar çıkardığımız...Pazar günlerini felsefe ve sinema gevezeliklerine ayırıp pazartesi sabahı uykuya daldığımız...Çay, simit, peynir ve makarnanın üstüne lezzet tanımadığımız...Jacqueline Bisset’nin ve Fanny Ardant’ın aynı anda kalbimize girdiği... Kalamışta gelincik deseni çizilmiş kağıtları törenle denize bıraktığımız...Arkadaşlarımın bir bömününün antipsikiyatriye merak sardığı, bir bölümünün de henüz psikiyatri ihtisasına başladığı...Serseriliğimin hiç bitmeyecekmiş gibi geldiği; ölümümü bir park bankında hayal ettiğim günler yani...
İşte o günlerde gizli kahramanımız Philippe Noiret’ydi.Biz erkekler yaşlanırsak böyle “baba” yaşlanalım, diye geçirirdik içimizden. Yani Noiret gibi aristokrat görüntüsünden hiç ödün vermeden yoksul ve serseri; içindeki şehveti hiç yadsımadan ama öncelikle şefkatli biri olmayı hayal ediyorduk sanırım.Hem dedektif hem suçlu; hem baba hem çocuk; hem kayıtsız ve “kinik” hem de âşık ve “manik” olmayı istiyorduk.Philippe Noiret alem bir adamdı.Oynadığı filmlerde bu karakterleri elle tutulacak kadar canlı bir hale getiriyor; hatta basbayağı “kendisi” kılıyordu.O rol bu rol yoktu sanki; Noiret vardı.
1960’ların, 70’lerin Fransız filmlerini bilmeyenler,80’lerin entelektüel sinema deneylerini, Tavernier gibi yönetmenleri tanımayanlar Philippe Noiret’nin eşsiz oyunculuk gücü ve karizmasıyla önce Cinema Paradiso’da (1988) tanıştılar.Alfredo rolüyle.Sonra da Il Postino geldi; Postacı. (1994) Orada ne güzel, nasıl ikna edici biçimde büyük şair Pablo Neruda olarak çıkmıştı karşımıza, değil mi?
Fransa Başbakanı Villepin “görüntüsü ve sesi o kadar ailedendi ki, yokluğu çok koyacak, çok özleyeceğiz” demiş Noiret için.Bu hissiyatı galiba anlıyorum.Fransızlara çok Fransız benim gibi biri için bile o ses ve görüntü derinden bir ahbaplığı çağrıştırıyor çünkü.Ama asıl düşünüyorum da, zaman nasıl hızla geçiyor. Silip süpürerek geçiyor hem de.Nasıl olmuş da yıllardır bir Philippe Noiret filmi izlememişim!Oysa 80’lerde video furyası patladığında sevgili Tepe’nin (Mutluay) Etiler Çamlık’taki dükkânında saatlerce gönlüme göre film arardım. Noiret’nin oynadığı bir film buldum mu, tatmin olur; kaptığım gibi eve koşardım.
Philippe Noiret geçen gün öldü.Ama ait olduğu, can verdiği, tat kattığı dünya öleli çok oluyor.Şu an daha iyi anlıyorum bunu.
Haşmet Babaoğlu/Vatan