
Stanley Kubrick'in '2001: Uzay Macerası' filmini kaç yılında izlediğimi hatırlamıyorum. Hatırladığım, 2001 yılının çok ama çok uzak olduğuydu.
'Kim bilir' demiştim içimden, 'Belki 2000 yılında gerçekten uzaya bu kadar kolay gidilip gelinmeye başlanır.' Okurların çoğu hatırlamaz, benim kuşağım ise iyi bilir, bir televizyon dizisi vardı: Uzay 1999.
Yıl 1999. Ayda epey büyük bir üs ve bu üste yaşayan bir sürü dünyalı bilim insanı var. Derken yanlışlıkla bir nükleer patlama meydana geliyor, ay yörüngesinden çıkıyor ve sanki bir uzay gemisiymiş gibi başlıyor yolculuk etmeye, tabii üstündeki insan kolonisiyle birlikte.
Geçenlerde Amerika'da bir DVD dükkânında gezerken bu dizinin DVD'lerinin çıktığını gördüm. Alayım dedim, elimi uzattım, sonra içimden bir ses 'Boşver' dedi, 'Bozma çocukluk hayallerini.' Gerçekten de o diziyi seyrettikçe hayallere dalardım, bir gün uzayda yaşayacağız, bugün bize inanılmaz gelen şeyleri keşfedeceğiz, hiç ayak basılmamış yerlere ayak basacağız...
Nostaljiyse nostalji, ama ben bütün o soğuk savaşa, nükleer tehdide, teröre, iç karmaşaya ve fakirliğe rağmen çocukluğumun dünyasının bugünkünden daha iyi olduğuna inanıyorum. Saatlerdir, 'Acaba bugüne haksızlık mı ediyorum' diye düşünüyordum, sonunda karar verdim, hayır etmiyorum. Çocukluğumun dünyası daha güzeldi, çünkü insanoğlunun kendi boyunu aşan hayalleri vardı.
Şimdi neyimiz var? İçimizi yalandan da olsa umutla dolduracak hiçbir şeyimiz yok. Cuma günü akşam uçağıyla Ankara'dan dönüyordum, birlikte yolculuk yaptığım arkadaşım, çocuğu olduktan sonra uçaktan korkmaya başladığını söyledi. 40'lı yaşlarındaydı, uçak korkusuna anlam veremiyordu ama korkuyordu işte.
Ölüm korkusu, insanı beklenmedik anda yakalıyor işte. Bundan dört ay kadar önce bir yakın arkadaşım kalp krizi geçirdi. Daha 43 yaşında.
Benden beter yaşayan, kendine benden kötü davranan bir onu gördüm hayatta. O hastanede yatarken, ben her zaman gittiğim spor salonunda yürüyüş bandında ter atıyordum. Birden kalbim deli gibi atmaya başladı, 'Tamam' dedim, 'Ben de kalp krizi geçiriyorum işte.'
Hayır değildi, benimkisi tamamen psikosomatikti. O gün bugün spor salonunun kapısından içeri adım atmış değilim. Ölüm korkusu beni de yakalamıştı. Yokuş aşağı, çabuk iniliyor!
Çok mu içinizi sıktım pazar pazar?
Bir okurum hafta içinde internette elden ele dolaştığı anlaşılan bir orta yaş geyiğini gönderdi hafta içinde.
Ondan bir-iki alıntı yaparak bitireyim, belki gülümsersiniz:
"Bugün üniversite öğrencilerinin çoğunluğunu 1983 doğumlular ve daha küçükler oluşturuyor. 'Gençlik' onlara deniyor.
Onlar için tek bir Almanya var ve SSCB, Çekoslovakya, Yugoslavya gibi ülkeleri tanımıyorlar. Soğuk Savaşı bir bilgisayar oyunu sanıyorlar.
AIDS doğduklarından beri var.
CD doğduklarından beri var.
Michael Jackson onlar doğduğunda beyazdı.
Bülent Ersoy onlar doğduğunda kadındı.
Küçük Emrah'ı, Emrah'ın gayrimeşru oğlu sanıyorlar.
Rıdvan Dilmen onlar için sadece bir TV spor yorumcusu ve ona neden 'şeytan' dendiğini bilmiyorlar.
Kenan Evren onlar için tonton bir ressam.
Siyah-beyaz bir bilgisayar ekranı olabileceğini düşünemezler.
PacMan'i bilmezler.
Amiga ve Commodore 64'leri olmadı hiç.
Siyah-beyaz bir televizyon olabileceğine inanmazlar ve uzaktan kumanda olmadan nasıl kanal değiştirileceğini bilmezler.
John Travolta'yı hep balık etli ve yuvarlak hatlı olarak gördüler ve onun nasıl olup da bir dans ilahı olabildiğini hayal bile edemezler."
İsmet Berkan / Radikal