
Özdemir İnce, yazısında şimdiki Mersin'in (tırnak içinde de olsa) bir 'Avrupa kenti' olduğunu söylüyor. Kendisine katılmakta zorlanıyorum. Mersin, elli sene önce gerçekten bir Avrupa kentiydi. Sokaklarında otomobilden çok fayton vardı, çok az kişinin evinde telefon vardı, buzdolabını çoğumuz Belediye Bahçesi'nin lokantasında görüp şaşardık, radyo evlere yeni yeni girmeye başlamıştı, rıhtımı yoktu, tek bir yolu asfaltlanmıştı ve bütün Mersin o yola 'Asfalt' adını takmıştı, akşamüstleri ortalık serinleyince Asfalt'a gidilir, piyasa yapılırdı.
Ama Mersin 'modern'di. Aynen mezarlığının 'morden' olması gibi. Çünkü farklı inançların, kültürlerin, yaşam biçimlerinin birbirini ortadan kaldırmadan yaşayabildikleri bir Ortadoğu kentiydi Mersin. Şimdinin daracık sokaklarının iki yanında sur gibi yükselen mide bulandırıcı apartmanları yoktu, köfteci dükkanlarına ve gürültücü gazinolara kiralanmış bir kıyı şeridi yoktu.
Evler eski püskü, kırık döküktü, amenna. Ama bahçe duvarlarını aşan yasemen kokuları, pencerelerden sarkan sardunyalar eşlik ederdi size yolda yürürken. Ve her köşede tanıdık bir sima size 'Merhaba,' derdi. Özdemir İnce, "Mersin'in 21. yüzyılı fethetmesi için birkaç zeki fırça darbesi ve 'estetik' duyarlık yeter," diye bitirmiş yazısını. Bence fazla iyimser.
Mersin ve çevresi (dünyanın en güzel tarım arazisi, doğası, toplumsal dokusu, kent yapısı) öyle yakılıp yıkılmış ki, (rant hırsı) bundan sonra ancak tüm Mersin'i ateşe verip yerine sıfırdan bir kent kurarsanız bir şeyler yapma şansınız var derim.
Belki de en iyisi Mersin'i olduğu gibi muhafaza etmek, yaşayan bir müze olarak: Tersine modernleşmenin, kötü kentleşmenin, nerede durmadan yanlış yaptığımızın, kaynakları, insanı yok edecek, yabancılaştıracak şekilde harcadığımızın müzesi olsun Mersin.
Şu saatten sonra ancak buna yarar.
Türker Alkan/Radikal