İçinden şarkılar geçen hayatlarımız

Çekip gitmesini beklerken iyiden iyiye bastıran kara kış bir yandan, kapıdaki savaş öte yandan, benim de ruhumda soğuk rüzgârlar dolaşıyor. Ama şu bir iki gündür bana ilaç gibi gelen bir kitap var elimde. Atilla Dorsay'ın "Ne Şurup-Şeker Şarkılardı Onlar" adlı kitabı. Hıncal ağabey haklı; "asıl şurup, asıl şeker olan" kitabın kendisi... Önce baştan sona okudum. Bir süredir de sayfalarını fal tutar gibi rastgele açarak takılıyorum. Bazen hafif tatlı bir şurup bazen mis kokulu koyu bir kahve tadında anılar açılıyor gözümün önünde, bazen kafam karışıyor; bu kadar oldu mu yahu, zaman ne kadar hızlı geçiyor diyorum.Bazen ergenlik sancılarımın hatırlarken bile canımı yaktığını farkediyorum, bazen gözlerine vurulduğum kadınlar bakıyorlar bana belleğimin derinliklerinden. Ve şarkılar geçiyor içimden, konserler, arkadaşlıklar... Böylece ben de kendi çağımın ve kendi tarihimin kişisel pop müzik tarihini gözden geçiriyorum.
Şimdi de Dorsay'ın hayatında ve gönül bahçesinde iz bırakmış şarkılar yoluyla 20 Yüzyıl'in zeitgeist'ını (çağın ruhunu) da bir daha gözden geçiriyoruz: Tangolardan Elvis'e; Sinatra'dan Ajda Pekkan'a... Ne Güzel! "Ne Şurup-Şeker Şarkılardı Onlar" da en çok oyalandığım yerlerden biri İtalyan popunun hakim olduğu yılları anlatanıydı. Ben küçük bir çocuktum o zamanlar.
Biz Mühürdar'da oturuyorduk da, Peppino Di Capri de Moda burnunda ikamet ediyor gibiydi atmosfer. O kadar yakındı bize sanki! Lozan Kulübü'nün bulunduğu yamaçta geceleri hırıltılı "Robertaaa..." haykırışları yankılanırdı. Mina'yı hatırlattı sonra bana kitap! İlk eros alevleriyle onun yüzüne bakarak tanışmış bir çocuk muydum, yoksa Dalida'nın depresif dalgalanmaları mı beni kadınların "karanlık" dünyalarına dikkat etmeye yöneltti? Şimdi oralara girmeyelim. Geçen akşam da San Remo Yarışmaları'nın, neşeli nakaratları olmasa hepsi birbirinden sıkıcı olacak şarkıları aklıma geldi. Yıllarca Türkiye'nin Batı kıyısına sıkışmış bir avuç "tutunamayan" kalp bu şarkılara bağlanmıştı. Çünkü şarkı denen şey sadece notalardan ibaret değil.
Şarkılar demek hayaller demek, en geniş anlamıyla iklim demektir.Benim kuşağım Anglosakson endüstri merkezlerinin kasvetli ve haşin rock tınılarını buraya taşıyıncaya kadar İzmir'in, İstanbul'un, Ankara'nın kimi mahallelerinde Portofino veya San Remo iklimi sürüyordu...
Kendi 70'li yıllarıma da götürdü Dorsay'in kitabı beni.. Lise sonda mıydım ne! 12 Mart günleri.. Caddebostan Budak Sineması'nda 1. Rock Festivali düzenlenmişti (İkincisi olmadı tabii.) Ah, o Grup Bunalım ve güzelim sarkılan "Başak Saçlım!" Sahneye çıkan bir bekçi gitarist Aydın'ın (Çakus) kulağına bir şeyler söylemişti. Aydın sonra kalabalığa dönüp, hiç unutmuyorum, "Örfi idare konseri kesmemizi istiyormuş. Bu istek bizi ilgilendirmiyor, biz çalacağız" demişti. Ve kırılan ahşap iskemlelerin gürültüsü eşliğinde gitarını cayırdatmaya başlamıştı.
Sonra... Enternasyonal'e nedense bir türlü ısınamamış, Avusturya İşçi Marşı'nı sevmiştim, nedense... (O da nereden çıktı demeyin! O zaman bizim için en pop olan bunlardı! "Bu bir rüya değil, bu bir hülya değil, yıldızıdır kurtuluşun..." ) Led Zeppelin'i Deep Purple'a kesinkes tercih etmiştim, ama öyle bir hayattı ki, "Karlı Kayın Ormanı" nın yerini hiçbir şarkı tutamıyordu. Ben 70'lerin sonlarında kendi kendime kaldığım zamanlarda "Nereye Payidar" oyununun şarkısını bambaşka anlamlarda söylemeye başlamıştım: "Nereye Payidar nereye, çıkmaz bu yol bir yere." İnsan şarkılara filan daldı mı, söz bitmez.
80'lerin sonuna, 90'ların başına gelirsem ve Guns N'Roses'ın hayatımdaki "yeri"nden filan bahsetmeye kalkarsam bu köşe yetmez. Hem Atilla Dorsay'ın kitabıyla söze girip sonra da böyle egosantriklik yapmanın alemi var mı! Derim ki, siz de alın bu kitabı, okuyun ve ardından da kendi kişisel pop tarihinizi aklınızdan geçirmeye başlayın.
Göreceksiniz, çok zevkli olacak, çok iyi gelecek!

Haşmet Babaoğlu / Vatan