Kalk, kalk! Gidiyoruz! Otur tabii, ayağa kalkma, ruhen diyorum yani şöyle bir havalan, gidiyoruz! Radyoda "I found my love in Portofino" (Aşkımı Portofino'da buldum) çalıyor zira; böylece sizin ve benim biletimiz kesiliyor tabiatıyla. Kısmen avantür geçen çocukluğumun ilk öğrendiğim şarkısıdır "Portofino". Sonra da "Avare mu!" gelir, hemen peşi sıra. Tahmin edilebileceği gibi babamın öğrettikleri. Kendisinin de yazlık sinemada duyup mandolinle çıkarttığı, nasılsa kırk yıl boyunca aklında tuttuğu.Belki de akıl, tutmaya değer şeyleri tutuyordur kendinde.
Yazlık sinemada havalanan bir kız eteği, dere kenarında bulunan mavi bir cam parçası, "Küçük Kedim" şiiri, ağaçların isimleri, terli içilen soğuk suyun günahlı lezzeti... Acaba babalar akıllarında tuttukları, tutarken özledikleri tatları canlandırmak için mi önce kendileri oynarlar çocuklarına aldıkları oyuncaklarla? Büyük gövdelerinde kaybolan küçük mandolinleri bu yüzden mi dayarlar "baba göbeklerine"?Annelerin de "onların zamanında" hiç olmaz "bu kadar güzel bebekleri"... Babaların, "Dur bak, sana göstereyim" yalanıyla kaptıkları oyuncaklar, aslında ancak onlar bıktığında kalır çocuklarına...
Çocuklara org alınmaya başlanmadan önceki zamanlarda mandolinle kaç çocuk dalmıştır parmak uçlarında beliren su toplamalarının seyrine? "Patlatma, iyileşmez" denirken, gizlice çıkarılır içindeki su. Dizdeki yara kabuklarını kaldırmak kadar tatlıdır bu. Sonra zaten uzun tremolelerde nasırlaşır pamuk parmaklar, Portofino "çıkarıldığında" artık çoktan geçmiştir acısı. Portofino sahillerine varıldığında artık, serçeparmağını flütün do deliğine ulaştırmaya çalışan bir oğlan çocuğu çıkar karşınıza... Sanılanın aksine en güzel ve en hakiki aşklar, ergen olmadan önce yaşanır aslında. Kederi de vardır kendine göre, ama anlatmam, alay konusu etmem çocuk dostlarımın ruh hallerini. Ama her çocuğun bir Portofino'su vardır, annesine-babasına hiç anlatmadığı bir yerinde.
Beyaz, uçuş uçuş bir elbise giyiyor kız. Oğlan koşmuş koşmuş, yanakları kızarmış. Biraz önce uçurtma, çalılıklara takılıp yırtılmış. Kıyıda, sadece ama sadece yeşil küçük taşları toplayan kıza bunu haber vermeye gelmiş. Kızın etekleri ıslanmış, bileklerine dolanmış o sırada. Etekle boğuşuyor küçük hanım, saçları elledikçe ıslanıp yanaklarına yapışmış. Oğlan koşup varıyor kıyıya, Portofino kıyısına, nefes nefese. Tam verecek kötü haberi, kızın saçları tam kalkıyor yüzünden duymak için oğlanın söyleceklerini... Tam o anda işte oğlan kızı görüyor. Daha altı, bilemedin yedi yaşında. Ama duruyor, bu anın bir önemi olduğunu anlıyor sanki. Uçurtmayı unutuyor galiba. Konuşmuyorlar hatta.
Kız, "Acıktın mı?" diye soruyor, böyle soruların annesinden kendine miras kaldığnı bilmeden, neredeyse içgüdüsel bir annelikle. Mavi bir beslenme çantası var, plastik ama üzeri çiçekli. İçinden kurabiye çıkarıyor. Oğlana veriyor, karnını dışarı çıkarıp, duruyor kolu havada. Oğlan alıyor kurabiyeyi, ağzı kapanmıyor koca lokmadan. Öyle püskürte püskürte kırıntıları "Taşları benim cebime koyalım" diyor, "Ben sana veririm sonra". "Uçurtma nerede?" diyor kız. Oğlan başlıyor kahramanlık hikâyesini anlatmaya:"Bir rüzgâr esti, tepedeki büyük ağaç var ya, yıkılıyor sandım, o kadar!"Kız inanmasa da dinlemek gerektiğini, erkeklerin kadınlara kahramanlık hikâyelerini anlatmayı sevdiklerini...
Daha altı, bilemedin yedi yaşında halbuki. Kurabiyelerini yiyorlar sahilde. Portofino'da. Bir tremole sonra zaten bulanıyor hayat.
Portofino kalıyor; hep yerli yerinde.
Sonra çocuk aşklarıyla alay etmeyi öğreniyor insan.
Portofino'ya da böyle işte, ancak köşe yazılarında...
Öyle işte...
Ece Temelkuran/Milliyet