Senin Sinemaların

Sen artık bir yerin kanasa onun neden ve ne zaman olduğunu unutamayacak kadar serüven fakirisin. Oysa dirseklerinin ve dizlerinin senin, bir zaman vakti yoktu yaraların hesabını tutmaya, iki serüven arasında koşarken kaydını tutmazdın sıyrıkların. Kabuklarını yavaş yavaş kaldırıp, yaranın kenarlarını hafif hafif kaşıyıp, kenarda büyüyen kırmızı damlayı hayretle izleyemeyecek kadar meşgul birisin sen. Serüvensiz ve yine de meşgul birisin.
Saklambaçta kullanılan kuytulara sığmadığından beri büyüksün. Üstelik ellerini kirletme hakkını da gasp etti zaman. Zaman gasp etti: İnsanlara ağzın açık uzun uzun bakma, hareketlerini bedenin istediği gibi yapma, her şeye şaşırma, arka mahalledeki depoda bir zürafa beslediklerine inanma hakkını ve... Ve apartman boşluklarında filmler anlatıp filmler dinlemeyi...
Filmleri anlatmıyorsun artık, dikkat ettin mi? Tam anlatmaya başladığında, tıpkı apartman boşluğunda merdivenlerde yan yana oturup yaptığınız gibi oluyor yüzün önce. Sonra anlatmaya değer değilmiş gibi oluyor film ya da onlar, apartman boşluğunda film dinleyen çocuklar gibi mi değiller ne, bir tuhaflık oluyor, tam ortasına geldiğinde çürüyüp kalıyor ağzın. Anlaşılmamış bir şaka gibi oluyor yüzün, vazgeçiyorsun. "Fena değil yani" diyorsun tadın kaçmış, "Gidin". Oysa ne acayip bir şeydi merdivende dinleyen çocukların, senin kolların havadayken ve heyecanlanıp sesin yükselmişken ve onlar farkında olmadan filmin efektlerini ağızlarıyla yapmaya başlamışken... Sonunu söylemeyeceğine yemin edivermen! O "Gidin" başka bir "Gidinödi yani, değildi şimdiki gibi... *
En iyi "Süperman" anlatılırdı, uçarak falan: "Sonra yeşil buz gibi bir şey buluyor dağda. Ne bileyim o’lum, buz gibi bir şey işte!" Jaws’a gelince biraz çabalamak gerekirdi: "Bu kadar diyorum o’lum. Bizim apartmandan on tane kadar!" "E.T.öyi tarif etmek biraz zorluk çıkarırdı: "Kahverengi ama insan gibi. Kafası böyle, üstten bastırmışsın gibi. Neyse işte önce korkunç oluyor ama aslında korkunç değil..."
Hep anlatılmadan kalırdı sinema salonunun kokusu, patlamış mısır torbasının dibindeki patlamamış mısırları yakalamaya çalışırken parmak uçlarına bulaşan yağın gizlice koltuklarına silinmesi, ağzında müthiş bir gürültü çıkaran patlamış mısırın sesinin dışarıdan duyulup duyulmadığı şüphesi...
Sinemaya gittim ben. Harry Potter’a. Arkadaşımın temizlik işçisi "Hayri Potter" diyormuş, girerken güldük biraz buna. Sonra bir şey oldu aniden. Çocukluk sinemalarının kokusu geldi burnuma, eskisi gibi sıcak oldu salon. Niye öyle oldu bilmem. Artık kağıttan yapıyorlar "pop corn" torbalarını, ve patlamamış mısır kalmıyor diplerinde. Yine de sordum: "Dışardan duyuluyor mu ağzımın içindeki mısır gürültüsü?" "Hayır" dedi, "Ya benim ki?" "Hayır" dedim, "Çok saçma!"
Çocukluğundaki şeylerin kokusu burnuna gelince tuhaf oluyor insan, kaptırıyor kendini neşeye. Bu yüzden herhalde, film bitince, salondakilere dönüp "Hadi görüşürüz sonra" diyesim geldi. Oysa insanları sevmek, çocukluğundaki gibi sevmek ne kadar tehlikeli şey.
Filmleri çocukluğundaki gibi sevmek de...
Çünkü artık sen yaraların hesabını tutan biri, ben serüven fakiri.
Öyle yani...

Ece Temellkuran/Milliyet