Dünya kokar, hayat kokar, umutlar, anılar kokar!

Koku kayıt cihazlarımız olsaydı...Artık minicik hale gelen ve kolayca ceplerimizde taşıdığımız ses ve görüntü kayıt ve oynatma cihazlarımız gibi bir şey yani...Ne güzel olurdu, değil mi?Sabah kalkınca önce mutfağa gidip kahve için su ısıtıcısının düğmesine bastıktan sonra koku kayıt cihazımızı salonun ortasına yerleştirip "play" düğmesine dokunsaydık...Gecenin geç bir vakti ekmek almak için girip kaydediverdiğimiz fırın kokusu odanın içine yayılsaydı. Mısır ekmeğinin, köy ekmeğinin, taze francalanın ve geceden çıkan simitlerin kokusu...Düşünebiliyor musunuz?Tamam. Bazılarınız hemen "öyle şey olur mu, her şey yerinde güzel" lafını yapıştırıverecek, eminim.Peki, sevdiklerimizin, sevgilinin kokusunu kaydetsek, sonra da ara sıra o kokuyla özlem gidersek!..O da mı alışılmadık, uygunsuz ve "doğal" olandan uzak?iyi. Diyelim ki bir akşam evinizin balkonunda oturuyorsunuz. Hanımeli mevsimi geçmiş ama hava tatlı, ılık ilkyaz akşamları gibi.Balkondaki sehpanın üzerine koku kayıt cihazını getirip düğmesine bassanız, böylece geçen haziranda kaydettiğiniz o baygın, o başdöndürücü hanımeli kokusu akşamın içine karışsa...Veya geçen yaz çoksevdiğiniz sahil kasabasında kaydettiğiniz deniz, dağ kekiği ve turunç kokusubirden balkonunuzu sarsa...Fena mı olur? Buna da itiraz edecek değilsiniz ya! Kokulu mumlardan medet ummak yerine en "hakikisinden kaydedilmiş kokular, fena mı olur?Ama hayal işte!
Teknolojik ilerlemenin koku duyusunu savsaklamasını tuhaf karşılamamak!Çünkü hepimiz koku duyusunu, kokunun hayatımızdaki yerini hafife almaya eğilimliyizdir.Bakmayın, milyarlarca doları güzel koku endüstrisine yatırıyor olmamıza!Kimse kör olmak istemez, kimse sağır olmak istemez; hatta tat duyusunu kaybetmek kimsenin işine gelmez. Ama "hangi duyunu feda etmeyi göze alırdın" diye bir oyun oynasanız, çoğu kişi "koku duymasam da olur" der.Oysa kokusuz yapamayız!Dünya kokar çünkü, hayat kokar.Aşklar ve nefretler kokar. Anılar, en çok da onlar kokar...
Geçen akşam geniş koltuğa yayılmışız; ben televizyonda futbol yorumlarını izlerken o kitap okuyordu.Birdenbire bana dönüp "Şu anda ne kokmasını istersin?" diye sordu.Gözleri parıldıyordu.Otomatiğe bağlanmış halde önce "hanımeli" dedim. "Bir de yağmur sonrası ıslak toprak kokusu" diye devam ettim."Ya sen?""Çorba kokusu.""Karnın acıkmış!""Yo, çok tokum. Ama çorba kokusu içimi ısıtır hep. Belki üşüdüm biraz!"Sonra ikimiz de fikir değiştirdik, buna ne kadar fikir denirse! Çünkü fikirden çok arzuların dili egemendir kokulara...Ve her nedense ikimiz de taze nane kokusunda karar kıldık!Yok, olacak gibi değildi.Tok karnımıza da olsa bir şeyler alıştırmalıydık.Üzerine taze nane serpiştirilmiş renkli, lezzetli hayaller kurarak kuru grissiniler atıştırdık...Çok eğlendik, bir daha sevdik birbirimizi, daha çok ve kokulu sevdik!..
İtiraf edeyim, dünden beri ilk kez yaşlanıyor olmaktan korkuyorum.Kalkar, gece gece kütüphaneyi karıştırır, fizyolojikitaplarını açar, sonra internete girip bilimsel araştırmaları okumaya çalışırsan böyle olur...Sevgili okurlar, olay şu: Yaşlanma koku duyusuna ağır darbe vuran bir süreç.İnsan burnunun içindeki tepe oyuklarda yer alan moleküler koku alıcılarla beyin arasındaki bağlantı öyle muhteşem ki aslında, düşünün: 10 bin ayrı kokuyu algılayabiliyoruz. Ama yaşlılık bu yeteneğin giderek artan ölçülerde kaybını getiriyor. Hele 80 yaşına falan gelmek bir tür doğal "anosmia" (koku duyusundan yoksunluk) haliymiş çoğu insanda...
Tom Robbins miydi? Galiba oydu, güzel kokunun sadece haz kaynağı değil, aynı zamanda umut mesajları da taşıdığını söyleyen...Öyledir, güzel kokuların sesi-sözü vardır sanki!İnsanın kulağına fısıldarlar; "her şey iyi olacak, güzel olacak, merak etme!"Ama bazı güzel kokular vardır ki, bizim için "güzel" kokular hani; belleğimize kazınmışlardır, güzel güzel acıtırlar!Birini tanırım...Yürürken durur, kafasını duvara dayar, Fikret Kızılok'un Sevda Çiçeği şarkısını mırıldanırdı: "Şimdi artık seni koklar yalnızlığım / seni arar, seni sorar sevda çiçeğim."

Haşmet Babaoğlu/Vatan