Üzüm, incir, İzmir: Özledik yahu!

İhtiyarlama emaresidir herhalde "Bizim oranın domatesleri..." diye girişmek söze. Hep hastane koridorlarını hatırlatır bana bu "bizim oraların şusu busu" meselesi. Damar sertleşmesinden mustarip ihtiyarlar bekleme sırasında derler ya birbirlerine:"Margarin çıktı, herkes hasta oldu. Eskidenki tereyağı olacak ki..."Sonra başlar yörelere göre tereyağlamalar, ballamalar. Geçen namussuz zamandır oysa. Tadı bozulan şey yağ değil, hayatın kendisidir. Yani bayramlar ve yağlar hep eskisi gibidir de söylenen ihtiyarlar eskisi gibi çocuk değildir.Geçen gün eve İzmir Belediyesi'nin gönderdiği paket de beni öyle aldı savurdu. Kuru üzümler, üzerinde "Eskisi Gibi-Taş Kırma Sulu Baskı" yazan bir şişe zeytinyağı, çok eskisi gibi yeşil teneke kutuda susamlı kuru incir.
Konak'taki eski Tariş mağazası geldi aklıma. Girip çıktım hayalimde. Şimdiden bakınca pek havalı olmayan o dükkânın kokusu geldi aklıma. Sonra çıkıp mağazadan yürüdüm gittim. Pasajdan geçip saptım Kemeraltı'na... Her İzmirli çocuğun en az bir kere kaybolduğu dehlizler, Özsüt'ün eski, minnacık dükkânında yenen kazandibi. "İkizlere takke!" diye bağıran adamların ikiz çocuğu olan kadınlara sattığını sanırdım kafalarına geçirdikleri sutyenleri. O çocukların takkelerin içinde kalmak için bitişik yürüdüklerini getirirdim gözümün önüne. Devam ettim sonra... Kazandibi yemiş miydik? Olsun yiyelim yine. Beyaz önlüklü ve göbekli adamlar nasıl da alıp alıp spatulayla atarlardı tabaklara bir yanağı yanık muhallebileri. Muhallebi deyince... Önceki gece İstanbullulara ve Ankaralılara tavukgöğsü kazandibinin "esas" kazandibi olmadığını kanıtlamaya çalışırken buldum kendimi. O küçücük dükkânda asılı olan Sefer Usta'nın siyah-beyaz fotoğrafına saygıyla. Şimdi kurdukları zincirlerde var mı acaba o siyah-beyaz fotoğraflar?Oradan kıvrılıp sinemaya gittim sanki yine. "Jaws" mı oynuyordu, "Rocky 1" mi, "Küçük Lord" mu, bir çocuk filmi vardı yine. Annem şokellalı ekmek veriyordu filmin arasında sessizce. Bu yüzdendir herhalde hâlâ "Nasılsın?" diye sorsalar, resmi bir konuşma değilse "Çok şokellayım!" diyorum keyfim yerindeyse.
Sonra Yeni Karamürsel'den alınan lanetli "garson boy" pantolonlar, paçaları kalın kıvrılınca yeryüzünün en çirkin ördeğine dönüşmeler. Artık o pantolonları yapmıyorlar. "Garson boyu" kaldırdıkları gibi artık galiba "ergenlik çağını" da iptal ettiler. Çocuklar doğrudan küçük kadınlara ya da küçük, havalı adamlara dönüşüyorlar. Tariş mağazasının tam arkasına düşüyordu herhalde "gevrekçiler". Gevreğe Türkiye'nin geri kalanında "simit" denildiği henüz bilinmeyen zamanlarda bu gevrekler galiba daha lezizdiler. Şimdi bütün Türkiye'yi dolaşırken gittiğim her ilde mutlaka ve muhakkak oranın "gevreğini" yemeye çalışmam bundandır. En son Trabzon'da sokakta gevrek dişlerken okurların beni görüp şaşırmaları bundandır. Bu merakım sebebiyle bilirim Türkiye'nin neresinde ne türlü simit yenir. Ama hiçbiri, Yeni Karamürsel'in arkasında İzmir tulumuyla satılan gevrek kadar şahane olamaz elbette.
"Marka yaratmak" diyorlar ya şimdi, cilalı odalarda bir araya gelip "Ne yapsak da bu markayı tanıtsak, sevdirsek" diyorlar ya, yanıtı burada. Bir şişe zeytinyağı, iki teneke kuruyemiş bunları düşündürtebiliyorsa insana Tariş en mükemmelinden bir markadır aslında. Bu markanın içinde Tariş işçilerinin direnişi de vardır, çocukluk anıları da. Hele o kutuların üzerinde hâlâ "kooperatif" unvanını görmek tuhaf bir biçimde iyi geliyor bana. Mesele ne zeytinyağı ne üzüm ne incir, mesele insanlara iyi şeyleri hatırlatmakta, iyi hatırlanmakta.
Velhasıl, özlemişiz yahu!
İyi geldi Tariş efendiyle karşılaşmak da!

Ece Temelkuran/Milliyet