Anadol çok kötü bir arabaydı


O yılları yaşamış olanlar, halk arasında pek yayılan “Anadol’un kaportasını inek yemiş” lafını mutlaka hatırlayacaklardır... Çünkü sac değildi, polyester. Kırıldığı zaman lif lif ayrılırdı, kâğıt gibi. İlk Türk otomobili Anadol’un kırkıncı doğum yılı kutlanıyormuş, aynı zamanda yirmi ikinci ölüm yıldönümüdür, 1966 yılında yapıldı, 1984 yılında da ortadan kalktı.
Tövbe, 27 Mayıs darbesinden sonra, Cemal Gürsel’in “emir ve direktifleri doğrultusunda”, gene bir yabancı modelden arak tek bir araba, tek adet bir otomobil yapmışlardı, adı da Devrim... Benzin koymayı unuttukları için ilk çalıştırma denemesi başarısızlıkla sonuçlanmıştı! Depoya çektiler, orada çürüdü gitti.
Anadol berbat bir arabaydı, fakat ucuzdu.Motoru, 1959 model Ford motoruydu. Çok benzin yakar, ses yapar, ön takımı çabuk aşınırdı, vites kutusu da berbattı, vites geçmezdi bir türlü. İçi de rahatsızdı.Türkiye’de daha sonra üretilecek bütün arabalar gibi “keferenin artık terkettiği eski modeller” kullanıldığı için, suratı da yıllar boyunca hiç değişmedi. Daha sonra yaptığımız Murat ve Renault da eski kalıplarla üretildiler (Fiat’ın adını “Türkleştirmiş”, Murat yapmıştık, Renault için buna bile gerek görmedik, “röno” şeklinde değil de “renaauult” şeklinde okumakla yetindik!)...
Böylece Türkiye, hani sinemacıların “dönem filmlerine tat vermek için” arayıp durdukları eski model arabalarıyla bir “görüntü mezarlığına” döndü. Bütün geri kalmış ülkeler de böyledir.Batı, çöpe atacağı kalıpları bize kakalıyor, bunları gene dışarıda üretilmiş eski motorlara monte ettiğimiz zaman “biz de araba yaptık” diye seviniyorduk. Memleket kalkınıyordu.Motor üretemiyor, model üretemiyor, bunları her sene değiştirip geliştiremiyor, “montaj sanayii” kurarak kalkınmaya çalışıyorduk.Şimdi, “milli” bir tavırla, “acaba Renault ve Fiat egemenliğini kabul edeceğimize Anadol’u geliştirseydik daha iyi olmaz mıydı” diye tartışılıyor... Hayır, olmazdı, çünkü o da milli değildi. O da taklitti. Polyester kaporta üretimini sürdürseydik de bir tür “gariban arabasına” takılıp kalacaktık. Olamazdı, teknolojinin gelişme mantığına aykırıydı.“Yerli malı” bu ülkede her zaman ve her zaman “kötü mal” anlamına gelmiştir. Bu “makus talihi” kıramadık.Haaa, Japon kalkınmasını sağlayan sanayi modelinden mi sözediyorsunuz? Yani, bizim uyguladığımız “ithal ikamesi” modeli yerine düpedüz taklitten yola çıkıp sonra bir “kalkış noktasında” kendi modelini üretmeye geçmek? Honda’nın, Sony’nin yaptıkları gibi... Japonya’nın 1945 yılından sonra “sıfır askeri harcaması” olduğunu da unutuyorsunuz, o hamleyi eski “know how” üzerine kurduğunu da...
Japonya, savaşta yenilene kadar, Amerika’yla birlikte uçak gemisi üretebilen iki ülkeden biriydi yahu! Hangi sermaye birikimiyle ve hangi görgüyle Japon yolundan gidebilecektik?Şimdi de, örneğin televizyonda, CNN formatını taklit edeceğinize, yepyeni ve değişik bir “Türk haber bülteni formatı” icat edebiliyor musunuz? Edemiyorsunuz. O zaman, “özgün” araba da üretemezsiniz.
Oysa ben yaptım, oldu. “Köşe yazısı” gibi, Türk milletinin okumayı sevmeme alışkanlığını da gözönüne alarak, “şifahi” algılama özelliğini düşünerek, haber bültenlerinden sonra bir “köşe konuşması” türü icat ettim, tuttu. Hem doğrudan, seyircinin gözünün içine baka baka yapıyordum bunu, hem de bedavaydı. Çok etkili oldu.
Eee, lafımızı dinleseydiniz, danışsaydınız, otomotiv konusunda da yardımcı olmaya çalışırdık!...

Engin Ardıç/Akşam