Bakkala ilk defa yalnız yollanmam beş yaşımı idrak ettiğim günlerdedir. İstanbul'un Fatih semtidir mekân; sokağın adı da Ispanakçı sokak. Köşede yeşil mozaik dış cepheli bir apartmanın sizi karşıladığı, bitişik iki ya da üç katlı kâgir evlerin arasında içinde bizim oturduğumuz beş katlı apartman gibi daha yüksek binalar olan, çocuk gözlerinde gepgeniş, şimdilerde dapdar bir sokak.
Nişanca caddesinden girdiğinizde soldan üçüncü apartmanda oturuyorduk ve mesafe olarak iki bakkal dükkânının tam ortasındaydık. Evden çıkıp sağa döner ve Nişanca caddesine çıkıp sol tarafa biraz yürürsem Yusuf Bakkal'a varırdık. Karmakarışık dükkân içinde her aradığını anında bulabilen, ağır karadeniz aksanlı, kızıl saçlı, mavi gözlü Yusuf amca; her zaman büyük adam gibi bizi dinleyen, dersle ve dini konularla ilgili sorular soran, fazla para harcarsak babalarımıza gammazlayan, vakit namazlarını hemen karşısındaki Kumrulu Mescit'de kılan güzel bir adamdı. Ben otuzlu yaşlarıma gelmeden, ellili yaşlarının ortasında iken alemden sessizce göçüp giden bu adamı İstanbul dışında olduğum zaman dilimlerinde de her yıl en az bir kez ziyaret etmiş olmaktan memnunum.
Apartmanımızın kapısından çıktığımda sola doğru sokak boyunca yürürsem 50-60 metre kadar aşağıdaki "kazıkçı bakkal" a varmış olurdum. İsmini hatırlayamadığım bu kara kuru adama takma adını kim uygun görmüştü hatırlamıyorum ama onun lâkabı buydu. Böyle meşhurdu. Her şeyi az daha pahalı satardı. Hele de ilkokula başladığımız senede fiyatları başka bakkallarla kıyaslamayı öğrenmiş, ondan alışveriş edene "bak kazıkçı oğlum o işte" diyerek adamın ününe ün katmıştık.
Kazıkçı bakkal ın mekânı ferah bir dükkândı. Kocaman bir camekân tezgâhı vardı. Çenemizi dayayarak tezgâhın içindeki malzemeyi seyretmek hoşumuza giderdi. Çikolatalı gofretler, kâğıtlı sakızlar, lüks gömlekleri (yaa böyle de bir şey vardı), gazocağı iğneleri, paket kibritler, çeşitli kırtasiye malzemesi camekân ardından bize bakardı. Tezgâhın üzerinde ise bir sıra kavanoz vardı. Açık sakızlar, "emme şekeri" dediğimiz akide şekerleri, kuş lokumu, badem şekeri, beyaz bezeler kavanozlarda iştah açıcı şekilde dururdu. Pahalıydılar ve çekiciydiler. Boşuna kazıkçı bakkal demezdik adama. Sabahları kapıda bir teneke peynir açar, metal tepsiye kalıpları yerleştirirdi. Peynir tenekesindeki suyu da dökmez, peynir suyuna turşu kurmaya meraklı ev kadınlarına satardı. 40 sene sonrasından baktığım bu günlerde bahsedilen bakkalın tam bir homo economicus olduğunu farkediyorum.
Kazıkçı desek de onun sakin dükkânının çekiciliğine ve de yokuş aşağı koşarak gidilebilmesine kapılarak her iki bakkal ziyaretimizin birisini ona yapardık. Biz dediğim; evsahibimizin benden bir yaş büyük ve bir yaş küçük kızları (Fatma ve Halime) ile komşu çocuğu Yılmaz. Hangimiz "bakkala gidiyorum" diyerek önden koşmaya başlarsa, kalan kısmımız da peşine takılır, ağzımızdan garip sesler çıkartarak koşmaya ve ona yetişmeye çalışırdık. Sahi o zamanlarda çocuklar koşarken avuçlarını ağızlarına kapatıp açarak ambulans sesi cıkartmayı pek severlerdi. Ben de severdim bunu.
Yusuf bakkalın tezgâhı ne kadar yüksek ve kalabalık, rafları ne kadar doluysa, kazıkçı bakkalın tezgâhı çocuk boyuna uygun, rafları da o derece sakindi. Bir de o dönemde bakkalların kendine has kokusu vardı. Her iki bakkalımız da ağırlıklı olarak gofret kokardı. İkisinde de kapıdan girişte sağda bisküvi tezgâhı vardı. Ülker bisküvilerinin kare kutularından dokuz tanesinin oluşturduğu ve koli ağızlarının açılıp üzerine camdan ve metal çerçevesi menteşeli kapakların takılmış olduğu bir tezgâh. Kolilerin ağızları hafif yukarı bakacak şekilde metal yuvaları ayarlanmış ve demirden ayakları olan bir tezgâh. En üstte sade gofretler, finger bisküviler. Ortada pöti bör bisküviler. En alt sırada da bebe biskuvileri ve kremalı bisküviler. Bu sırayı tamamen hayalîmde yapıyor da olabilirim. Şurada anlaşalım: En üst sırada sade gofretlerin varlığı kesin.
1970'lerin başında kredi kartı nedir bilinmediği gibi çek kullanmak, ya da başka bir deyişle çek defteri olmak başlıbaşına zenginlik alâmetiydi. Alışveriş merkezinden toptan alışveriş yapmak da adetlerin arasına girmemişti. Köyü olanın köyünden kurubaklagiller ve bulgur gelmesi dışında stokçuluk adeti de yoktu. Az miktar cep harçlığı olan anneler eksiklerini gündelik olarak bakkaldan tamamlar, yarını yedeksiz beklerlerdi.
Bakın stok yok dediysem hemen her evde beyaz sabun stoku olurdu. Hacı Şakir ya da Komili marka beyaz sabunlar baba tarafından keskin ve ince ağızlı bir bıçakla ikiye bölünür ve evin direkt güneş ışığı görmeyen pencerelerinden birinin iç kısmına dizilirlerdi. İyice kuruduktan sonra çatlamasına izin vermeden bez bir torbaya konarak somyaların birinin altında saklanırlardı. Kurumuş yarım sabun, hele de lavaboda suyu iyi sızdıran bir sabunluk varsa haftalarca dayanırdı. Aklından sıvı sabun, duş jeli ve şampuan geçiren varsa hemen unutsun. Tamam bakkaldaki raflarda ince belli mavi şişelerde Blendax şampuanı bulunurdu ama sadece çok özel günler için alınırdı. Yalnızca sapsarı saçlı Aynur hep bu şampuandan kokardı. Defterleri de, atmalı pabuçları da, saç tokaları da çok güzeldi. Onlar zengindi.
Bakkala gidilirken çocuğun götürülmesi çok istenmese de götürülmeyenin merdivene oturup anne gelene kadar ağlayacağı ve ağlarken topraklı ellerini suratına sürüp kömürcü çırağına döneceği ve bu esnada sümükleri akarak ağzına gireceği kaide olduğundan bir nevi mecburiyetti. Sırtına bir hırka ya da pardesü almış, ev başörtüsünü değiştirmemiş anne elinde yumuşak vinileks cüzdanı ile kapıda belirince sokakta oynamakta olan ufaklık, gözleri parlayarak annesine yaklaşır ve "bakkala mı?" sorusunu patlatırdı. Cevabı beklemek adetten değildi ve gelenek annenin etrafında daireler cizerek bakkala kadar olan yolu katetmek ve dairenin annenin önüne gelen kısmında hareket halindeyken pazarlık etmekti. Anneler babalar kadar net değillerdi, isteklerinizi alacak ya da almayacak bilemeden bakkala kadar gelmiş olurdunuz. Dönüş yolunda kâğıdı yarıya kadar yırtılarak yenmeye başlamış bir gofret, nadiren bir çikolata, çoklukla da ağızda sesle çiğnenen bir sakız ganimetiniz olurdu.
Kazıkçı bakkalın tezgâhının arkasına düşen duvardaki raflarda dizili Tursil kutularını hiç unutmuyorum. Üzerinde çamaşır asan kadın resmî olanlar. Şimdinin kilolarca ağırlıktaki deterjanlarının yanında 400 gramlık bir deterjan kutusu nasıl da garip geliyor. Çamaşır günlerinde çocuğun avucunun içine sıkıştırılan buruşuk kâğıt banknot ile ısmarlanan çivit ve bir kutu Tursil standarttı. Para üstünü kaybetmeden getirmemiz istenir ve kalan paradan alacağımız tek bir cins abur cubura izin verilirdi. Aksi takdirde yerinden kalkıp, pijamanı çıkartıp, sokak pantolonunu giyip, arkasına basılmış sokak ayakkabısını ayağına geçirip bakkala koşturmanın ne cins bir cazibesi olabilirdi ki? Unutmadan yazayım; başka evleri bilmem ama bizim evimizde soda, tuz ruhu, çamaşır suyu gibi maddelerin alınması babanın vazifeleri arasındaydı. Bu kimyasallara dokunmak da biz çocuklara yasaktı.
Bakkala gitme ve hasarsız dönme işinde ustalaşmanın getirisi paranın kalanı üzerinde minimal bir tasarruf yetkisiydi. Beş liradan artan 50 kuruşun hesabını anne sormaz, bu miktar da anında harcanmayıp biriktirilir, kırtasiyecinin vitrinindeki helikopterin hayalî kurulurdu. Hasarsız eve dönme deyince orada durmak lâzım. En önemli hasar; kendini kaybeden ve bakkal tezgâhındaki malzemenin albenisine kapılan çocuğun paranın üzerinden kalan ciddi bir miktarı harcedip bitirmesiydi. Bir başka hasar da alınan açık yoğurdun elden düşürülüp kendisinin ziyan olması ve kabın emayesinin bozulmasıydı. Buna ceza olarak anne 10 dakika kadar çığlıklanır ve ne kadar işe yaramaz olduğunuzu yüzünüze defalarca söylerdi. Hele de yoğurt biraz da üzerinize döküldü ise nemli bezle elbisenizi silerken hafiften pataklardı da. Galiba...
Ve tabii ki mahallenizden olmayan çocukların tacizi ile eldeki para üstünü ya da çerezi kaptırmak, kaçarken düşüp dizleri kanatmak da önemli komplikasyonlardandı. Gerçi camdan dışarıyı seyreden şahin bakışlı komşu teyzeler mahalleliyi korur, yabancı çocukların ağzının payını verirler, hatta kovalamak için pencereden terlik fırlattıkları bile olurdu. Fırlatılan terliği koruyucu cam güzeli teyzeye götürme vazifesi tabii ki yabancı çocukların elinden kurtarılan kopile aitti...
Yeni yeni bakkala yollanmaya başlanan çocuk bin bir tenbih ile evden salevatlanırdı. "Avucunu açma! Parayı kaybetme! Çok koşma! Dönüşte mutlaka kaldırımdan gel! Elindekini düşürme! Yabancı çocuklara cevap verme! Hiç bir yerde oyalanma!" şeklinde giden bir anne tiradı vardı. Bu konuşmanın en önemli noktası da bakkal önünde gazoz kasalarını yan çevirerek üzerine oturan, babanın yorumu ile "ipsiz sapsız" takımıyla konuşmama uyarısıydı. Konuşurduk tabii ki.
Bu aralar fırsat bulup da çocukluğumun sokaklarını arşınladığımda bakkal önü dikilen delikanlıları görünce eski günlerden ufak bir esinti hissediyorum. Kendi zamanımın tipleri ile kıyaslayıp kendimce onların aile hikâyelerini yazıyorum. Onları gözlerken koşarak bakkala giren ilkokul çağlarındaki bir şortlu çocuk tabloyu tamamlarsa keyfim iki kat oluyor. Bakkala girip Kızılcahamam sodası soruyorum, yoksa olana razı olup alıyorum. Bakkalın dibindeki ilk apartmanın merdivenlerine oturup sodamı içiyorum. Delikanlıların muhabbetine kulak misafiri oluyorum. Genellikle beni umursamıyorlar. Kimseyle alıp veremediği olmayan kır saçlı bir adama ne diyebilecekler ki?
O daracık ve basit yaşamdaki gizli genişliği ve sevinebilme kolaylığını şimdilerde çok özlüyorum.
Ahmet Faruk Yağcı