Bir süre senaryo danışmanlığını yaptığım “Hatırla Sevgili” dizisinin son bölümünü ekiple birlikte izledim.
Dizinin senaristi Nilgün Öneş’in “Belki hâlâ umut vardır” diyen son sözleriyle ilk gençliğime gittim.
Nicedir açmayan bir çiçeği koklamış gibi oldum yeniden..
Dizinin genç oyuncularının yaşadığı çağ ile canlandırdığı çağ ne kadar da farklıydı birbirinden...Onların tarih diye anlattığı şey, bizim gençliğimizdi.
Ve onların gençliği, bizim tarihimizin mahşer yeri...
Dizi boyunca birbirine uzanıp kavuşamayan bütün o ellerde, “içinde demir bir yumruk gibi gezdirilen” hislerde, altında tutkuyla beklenen pencerelerde, uzun sessizliklerde, sevip diyememelerde, ayrılıp vazgeçememelerde, 70’liler için çok tanıdık bir hissiyat gizliydi; ki o hissiyatın hatırlatılması, dizinin siyasal hafızaya katkısı kadar önemliydi.
Söylenememiş iki sözcük yüzünden heba olup gitmiş aşkların mezarlığıdır 70’ler...
Oysa bugün aynı iki sözcüğün enflasyonundan tıklım tıkış, aşkın kabristanı...
Sevda uğruna dünyayı yıkacak kadar cüretkâr, ama iş, o sevdayı itiraf etmeye gelince dünyası yıkılan çocuklardık.
O yüzden çoğumuz sevgimizi hayat boyu “sinede bir yare” gibi sakladık. İlk yavuklumuzla hiç uyuyamadıysak da hep onun hayaliyle sabahladık.
Ve o aşklar, bir türlü vuslata erip hakkıyla yaşanamadığından, eskimeyip her daim taze kaldılar.
Kaç kırık aynada ilan-ı aşk provalarımızın izi vardır kim bilir; kaç lise kitabı, kurutulmuş güllerimizin döşeğidir.
Kaç park bankında, kaç yaz kampında mahcup “arkadaşlık” tekliflerimizin ergen sesi gizlidir.
Kaç plağın kapağında, kaç hatıra defterinin “kalbin kadar temiz sayfalarında” anlaşılmayı bekleyen imalı mısralarımız vardır.
Hele mektuplar!
Bizler ki son nesliyiz mektup denilen itirafnamenin... kaç mektup “Gece ve Müzik” eşliğinde karalanmış, kaçı “Örnek Aşk Mektupları” kitabından ya da cep fotoromanından araklanmış, kaçı gizlice yavuklu cebine saklanmış ve ümitle cevap kollanmıştır.
“Aşk” demek cüretti zaten; “arkadaş”tık biz... “O en güzel, o en sıcak duygu”ydu çünkü...
“Çıkma” değil, hele “yatma” hiç değil, “konuşma” teklif edilirdi en kabadayısı...
“Konuşma” teklifi bile “Arkadaş kalalım” diye reddedilirdi.
Arkadaşlık, o kadar değerliydi.
Bir kez söz verildi mi de, o söz, illa ki “kıyamete kadar” giden bir yemindi.
El ele tutuşmaya cüret edebilenler uzun kır yürüyüşlerinde uzun uzun susarlardı. Şiirler, şarkılar derdi, onların diyemediğini...
Devrimciler “En güzel günlerimiz/ henüz yaşamadıklarımız”ı okurdu Nâzım Usta’dan; lümpenler “Biz görmesek de görecekler var/ bitecek dertlerimiz”i söylerdi Orhan Baba’dan...
Umut, katığıydı yarın düşlerinin...
Ve “ben” demek ayıptı, “biz” varken...
Yalnızlık, lügatinde yoktu 70’lerin; onca vuslatsızlığa rağmen bunca dile düşmemişti.
Kavuşmak kolaylaştıkça arttı ıssızlık edebiyatı da... Sanki ete kemiğe büründükçe etten ve kemikten ibaret kaldı ilişkiler de...
Nostaljik bir mazi güzellemesi yapmak istemem. Çünkü giderek zindana dönüşen, koyu bir karanlıktı aynı zamanda 70’ler...
Ama aşkın ha babam ertelendiği o kanlı karanlıkta bile, en dayanışmacı ve masum yanları saklıydı insanoğlunun...
Ayşegül Devecioğlu, “Kuş Diline Öykünen” romanında bir kahramanına o masumiyeti şöyle söyletir:
“Ben hiçbir zaman o kadar iyiliği bir arada görmemiştim. İnsanların en iyi halleri sanki saklanıp gizlendikleri kuytulardan çıkmış ortada salınıyorlar(dı).”
Şimdi bakıyorum da umursamaz kalabalıklarda metruk bir yalnızlık yaşıyor neslim...
“’En güzel günlerimiz/ dün yaşadıklarımız’ mıydı acep” diye sorguluyor.
Canlandırdığı rolle yaşadığı hayat arasında bocalayan, o yılların hesapsız aşklarını kıskanan, ilişki bolluğu içinde tenhalıktan yakınan genç dizi oyuncularıyla bunları konuştuk.
Gecenin sonunda “Belki hâlâ umut vardır” dedim onlara...
70’lerden kalma bir alışkanlıkla...
(Yazarı bilinmiyor)