Siz hala annenizin şarkıcılarını mı dinliyorsunuz?

Hatırlıyor musunuz, bir Luna reklamı vardı. "Siz hâlâ annenizin margarinini mi kullanıyorsunuz?" sloganıyla yeni kuşak ev kadınlarına "yeni", "modern", "farklı" bir öneri getiriyordu. Yeni kuşağa kendi markasını, kendi çizgisini, stilini seçmesini öneriyordu.
Hedef Sana idi.
Eski, güçlü, güvenilir marka Sana. Bugünün orta kuşağının çocukluğuna damgasını vurmuş Sana'lı ekmek nostaljisi! Hani beslenme çantalarında baş köşeye koyulan, oyun aralarında ama oyuna asla ara vermeyen çocuklar için annelerin, halaların, teyzelerin bir dilim ekmeğin üstüne sürdüğü Sana, Sana'nın üstüne de tozşeker...
Sana o zaman modernleşmenin, yeni bir lezzetin, kolaylığın da simgesiydi... Selpak nasıl ki kâğıt mendille, Gillette nasıl ki tıraş bıçağı ile özdeş markalarsa Sana da margarinle özdeşti.
Peki Luna (ya da adı her neyse) daha iyi, daha lezzetli bir margarin mi, daha mı ucuz, Sana'ya olan üstünlüğü ne? Bilemem, ama ürünü ortaya çıkaranlar da reklamı yaratanlar da kafa kafaya vermişler, hedef kitle belirlemişler, belli ki ekstra ürün vaatleri de yok, kuşaktan girelim, kuşak çatışmasından vuralım, demişler...
Reklamda hiç eskimeyen tek kelime olan "yeni" kozunu kullanmışlar, sadece "yeni", yeninin etkisi...
Bütün bunları niye anlatıyorum? Sözü nereye getireceğim?
Birkaç yıldır kabul etmekte direndiğim, görmezden gelmeye çalıştığım bir gerçek var ya da bazı arkadaşlarımın da fark ettiği ve ancak yeni yeni birbirimize itiraf ettiğimiz bir gözlem diyelim.
Evet birkaç yıldır günlük hayatta, aile içinde, işyerlerinde, kafe ve barlarda gözlemlediğim bir olgu bu.
Şimdi yirmili yaşlarını süren gençler için Ajda Pekkan, Sezen Aksu, Nilüfer Sana'dır...
Şimdiki gençler ise kendi margarinlerini istiyorlar, kendi Luna'larını tercih ediyorlar, benimsiyorlar. Bizim Sana'ları da görmezden geliyorlar, sıkılıyorlar.
En saygılısı bile sadece "takdir" etmekle yetiniyor, uzak duruyor, uzak tutuyor kendinden. Luna'lar daha mı iyi, daha mı lezzetli, daha mı kaliteli? Bu tartışılır, ama sorun bu değil.
Onlar kendi markalarını istiyorlar, "yeni"yi istiyorlar.
Bu markaların bugünkü karşılıkları Hande Yener'dir, Yıldız Tilbe'dir, Candan Erçetin'dir, İzel'dir, şudur budur... Diğerleri ne yaparsa yapsın, "eski" gözüyle bakıyorlar.
Sana istediği kadar modern ambalajlar yapsın, margarindeki süt oranını ve lezzetini artırsın, yeni ürünlerle, modern reklamlarla gençliğe göz kırpsın. O annelerin margarini!
Bugün hangi şarkıcı Ajda kadar karizmatik, Nilüfer kadar sesi güçlü, Sezen kadar üretken? Hangisi "Sen İste" gibi vasat bir şarkıya bile kuş kondurabilecek yetenekte?
Nilüfer gibi kırk şarkıyı üst üste, canlı canlı CD kalitesinde okuyabilecek ustalıkta?
Hangisi Sezen kadar müzikle evli? İşte "Şarkı Söylemek Lazım"... Bugünün sound'unu bile en iyi yakalayan yine Sezen. En çok konser veren ve konser salonlarını en çok dolduran yine o!
Ama bir yere kadar... Konsere gidebilen, CD satın alabilen, tüketim yapan, ekonomik gücü olan orta kuşağın ilgisi ve sevgisi onları ayakta tutan. Ama bakın, tüm müzikal zenginliğine, günümüzün remiks/cover trendini yakalama becerisine, onca konsere, çarşaf çarşaf gazete reklamlarına rağmen "Yaz Bitmeden" yerinde sayıyor. Barlarda çalınmaya başlandığında bir durgunluk yaratıyor.
Tabii barlarda bir durgunluk, bir suskunluk, ilgisizlik yaratan sadece o değil, genel olarak bizim Sana'lar! Mesela "Senin bana küs olduğunda bile..."ye herkes hep bir ağızdan eşlik ederken, eller havada sallanırken, bizimkilerden bir parça başladığında birden yüksek tempolu eğlenceye bir mola verilir gibi oluyor.
Bizimkilerden olan parçaya da yine orta kuşak ve de az sayıda ne çalarsa çalsın yerinde duramayanlar, inat ve ısrarla eğlenenler eşlik ediyor oluyor.
Ben "yeni"ye itiraz etmiyorum. Görmezden de gelmiyor, hakkını yemiyorum. Yıldız Tilbe'nin iç kavuran sözlerini, kıvrak müziğini seviyorum, Candan Erçetin'in kararlı adımlarını izliyorum. İzel iyi iş çıkardığında (ki epeydir olmuyor) alkışlıyorum. Bir albümde beş hit çıkardığına göre "Hande Yener'de bir iş var," diyorum.
Benim itirazım, daha doğrusu üzüntüm genç kuşağın eski ama eskimeyen, kendilerini habire yenileyen tatlarını, renklerini kaçırmaları, gözden kaçırmaları, redleri...
Sezen'i, Ajda'yı, Nilüfer'i seven, izleyen genç kuşaktan insanlar yok mu? Var elbette. Her dönemde, her yaşta herkesi seven insanlar vardır. Serdar Ortaç'ı bile sevenler olduğuna göre!
Bırakın onu, adını eski kuşakların bile anmadığı, kimselerin hatırlamadığı Behiye Aksoy'a tapan yirmilerinde bir genç bile tanıyorum. Ama elbette ben büyük kitleleri, bugüne damgasını vuran ve sayısı milyonları bulan genç kuşağı kastediyorum.
Ayrıca Naim Dilmener'in başını çektiği eski Türk Popu'na dönüş, ilgi ve merakın da elbette farkındayım.
Şimdi bu Sana'lar diye söz ettiğim isimlerin ve daha nicelerinin şarkıları özel gecelerde, bazı barların tamamen bu dönem müziğine ayırdıkları programlarıyla yad ediliyor, şahane geceler yaşanıyor, nostalji fırtınaları estiriliyor.
Böyle güzel bir trend yakalandı ve tabii ki dileğim, bunun artarak sürmesi... Ama öyle gecelere katılanların toplamda sayısı kaç, kimler geliyor, yaş ortalaması ne? Kabul edelim ki, o dönemlerin şarkılarının belli ölçülerde dinleniyor olması ayrı bir konsept ve gerçeklik, o isimlerin bugünkü şarkılarına gösterilen ilgi düzeyi ayrı bir gerçeklik...
Kaldı ki, kenar mahalle tabir edilen bölgelerden, taşradan, tüm Türkiye'nin genç nüfusundan söz etmeye çalışıyorum. Hani mesela Hakan Peker'in kasetini satın alan bir milyonu aşkın genç nüfustan.
Onların tercihleri Ona, Luna, Suna... Yani böyle bir gerçek var!
"Eee ne var bunda, doğanın kanunu bu," diyenleriniz de olacaktır olgun olgun, "Yok canım daha neler," diyenleriniz de...
Ben sadece bir "eskici", bir "birzamanlar"cı olarak hissettiğim acı bir gerçeği sizinle paylaşmak istedim, o kadar.
Mehmet Bilal Dede