Mutluluktan Haber Ver Dilek Taşı...

Hayranı–tutkunu çok olan bir isim Gülden Karaböcek. Çoğu insan için bir "kült" kişi o. Tekstil atölyelerinden en şık mağazalara, mahalle kahvelerinden yazar–çizer dolu entelektüel cafe'lere kadar her yerde hala onun şarkıları çınlıyor. Günün herhangi bir anında, herhangi bir yerde, herhangi bir Gülden Karaböcek şarkısı çalmaya başladığında hep aynı şey olur:
Önce şarkıya kulak kabartılır, ilk bir–iki dizede şarkıcı yalnız başına söyler şarkısını, sonra da hep bir ağızdan ona eşlik edilir; hem de sonuna kadar.
Böyle biridir işte Gülden Karaböcek. Yüzlerce şarkısı vardır ve tamamına yakını ezbere bilinir. Ülkenin "Hüzün Kraliçesi", kaç zamandır yeniden dillerde.
Gülden Karaböcek, ilk 45'liklerini 70'li yılların başında yayınladı. Bu ilk dönem plakların arasında en fazla ses getireni "Koşma Koşma" adlı plak oldu. Tamamen "pop" olan, günün taleplerine uyan ve sonradan şarkıcının binbir arayış, binbir emekle oluşturacağı "'sound"u ile uzaktan-yakından ilgisi olmayan bir 45'likti bu.
Plak tutunca da devamı geldi. Şah ve daha sonra Elenor'dan çıkan bu plaklarda, başta Aşık Ferrahi ve Aşık Mahzuni Şerif olmak üzere onlarca türkü seslendirdi sanatçı. Türküleri, hafifçe "batı" sound'una yaklaştırılmış ama asla köklerinden koparılmamış bir şekilde söylemekteydi. "Ahu Gözlüm", "Nem Kaldı", "Yalancısın" bu dönemin birkaç örneği. Bu dönemi, şarkıcının "Ferdi Tayfur" dönemi takip etti.
Ferdi Tayfur, Elenor'un bir başka sanatçısıydı; bu nedenle, şarkıcının, Ferdi Tayfur'a ait "Bana Gerçekleri Söyle", "Çeşme" ve "Ne Bilirdim ki" adlı şarkıları plak yapması kimseyi şaşırtmamıştı. Ama bu plaklarda şaşırtıcı olan, bu tamamen arabesk şarkıların, Gülden Karaböcek'in daha önceki stiline uyarlanabilmiş olmasıydı. Mükemmel bir şekilde aranje edilmiş bu üç-beş plak sonrası, Gülden Karaböcek bir adım daha atttı, tam olarak ne yapmak istediğine karar verdi, türküleri de, başkasının şarkılarını da bir kenara bıraktı ve şarkılarını kendisi yazmaya başladı. Bunun ilk örneği de "Dilek Taşı" oldu. Sözleri Poyraz Tekin'e ait olan şarkı tam anlamıyla onikiden vurarak yeri göğü inletti.
Orhan Elmas'ın yönettiği bir filme konu oldu ve bu 45'liğin arkasından "Müzik Ve Ben" albümü geldi. "Müzik Ve Ben" ülkemizde bugüne kadar yayınlanmış en önemli albümlerinden birisidir. Hesaba kitaba gelemeyecek kadar çok sattı bu albüm. Şarkıcıya neredeyse bir Orhan Gencebay, bir Ferdi Tayfur miktarında ün ve popülerlik getirdi.
Bütün ülkenin dilinde bu albümün şarkıları vardı: "Bir gün değil sana hergün yalvardım, duymadın sesimi, sürünüyorum". Bu çok tutmuş ve çok satmış albümden sonra, önce "Gülden Fırtınası", sonra da diğerleri geldi.
Bu çok tutmuş ve çok satmış albümden sonra "Gülden Fırtınası" adlı diğer albüm geldi. Bu da bir önceki gibi, Gülden Karaböcek - Atilla Alpsakarya ortak çalışmasıydı. Bu albümün tek farkı söz yazarları değişmişti. İlk albümde yer alan Ahmet Selçuk İlkan ve Ali Tekintüre'nin yerine Halit Çelikoğlu gelmişti. Bu albüm de adına yakışacak bir şekilde tam bir fırtına kopardı.
Gülden Karaböcek ülkenin en ünlü şarkıcılarından biriydi ve öyle kalacak gibi de gözüküyordu. "Küstüm sana dünya, barışmam artık" diyordu şarkıcı bu albümün bir şarkısında. Dünyaya değilse bile müziğe küstü sanatçı üç - beş albüm sonra. Hem de en popüler döneminde.
Güya bolluk içindeymişiz hissini güçlendirmek için herkesin elbirliği ettiği 90'larla birlikte, Gülden Karaböcek ve benzerlerini tamamen unuttuk. Aklımız başımıza geldiği zaman da, terkettiklerimizin büyük bir kısmına yeniden sarıldık, onları yeniden sahiplendik.
Bunların arasında Gülden Karaböcek de vardı. Şarkıcının "Demir Attım Yalnızlığa" adlı şarkısının Ebru Gündeş'e kapıları açmasından hemen sonra yeniden bir "Gülden Fırtınası" esmeye başladı. Şarkıcının bizzat kendisinden yeni albümler–şarkılar geldi önce; ardından da başta "Dilek Taşı" ve "Sürünüyorum" olmak üzere epeyce sayıda şarkısı kapanın elinde kaldı, cover yapıldı.
Uğruna cam–çerçeve indireceğimiz, dağlar aşacağımız çok şarkıcımız yok, üç tane–beş tane. Gülden Karaböcek bunların arasında yer alıyor. Her zaman da böyle oldu, en azından kendisini "ağır" hayran kabul edenler için.

Naim Dilmener / Eski 45'likler

Son mahalle...

Ömrümün ilk 15 yılı, dingin bir mahallede, 3 katlı pembe bir evin sobalı küçük dairesinde geçti.Kiracıydık. 1 oda, 1 salon... Bir de asmalı, minicik balkon...Önünden dere akarmış ben doğmadan...Dere, doğduğum gün taşmış ve sel suları bizim evi basmış.
Ben kendimi bildiğimde, dere kapatılmış yerine yemyeşil bir çocuk parkı yapılmıştı. Yukarıda ev sahibi Faize Hanım'lar, arkada top oynamaya müsait bir arsa vardı.
İlk adımlarımı o evde atmış, sünnete giderken o evden çıkmış, ilk öpüşmenin heyecanını o evde tatmıştım.
Televizyonu ilk kez komşu misafirhanede görmüş, "bizim mahalle"den Tayfun'la dışarıdan burnumuzu pencereye gömmüş, ekranda Pilli Bebek'i görünce hayrete düşmüştük.
Neler görmemişti ki o asmalı minicik balkon:
60'ların coşkusunu, 70'lerin kavgasını, 80'lerin süngüsünü...
Pembe evin duvarları kah öfkeli sloganlarla bezenmiş, kah süslü tabelalarla döşenmişti.
Sonra, pembe ev yaşlandı yıllarla...
Yanı yöresi bürolarla doldu, eski komşular uğramaz oldu. Tanıdık evler, dost yüzler gibi kocayıp devrildi birer birer...
Geçen hafta sonu haber geldi, "Pembe evi yıkıyorlar" diye...Üç kuşak, koşup gittik; eski bir dostun ölüm döşeğine koşarmışçasına hüzünlü... Gittiğimizde tam da bizim daireyi balyozluyordu işçiler... Onca hatıra, bir moloz yığını halinde önümüzde duruyordu.

"Bak, gençliğimizi balyozluyorlar" dedi Tayfun; son 100 yılın mahallesiz büyüyen ilk kuşağından kızına, yıkılan evin çağrıştırdığı derme çatma anılardan seçmeler anlatırken telaşla...
Poz verip resim çektirdik ilk gençliğimizin enkazı önünde...
Ve 3 kuşak birlikte vedalaştık, asma balkonlu pembe evle...
Evle birlikte "mahalle" de çekip gitmişti hayatımızdan... Mahalleyle birlikte "mahallenin delisi", "terzisi", "abisi", "takımı", "kızı", "namusu" da...

...içtiğimiz gazozları, kara kaplı veresiye defterine yazan bakkalı da...
dost sabahların tanıdık selamlaşmaları da, "bir maniniz yoksa annemler akşam oturmasına gelecek"leri de...komşuluk ilişkileri de...- ne yalan söylemeli - bazen aile baskısından da ağır basan mahalleli baskısı da... Selin suyuna direnen mahalle, çağın zoruna direnememiş, kaybedilmiş bir kimlik kartı gibi hayatımızdan silinip gitmişti.
Geride, sadece ona özlemi yansıtan televizyon dizileri bırakarak...
Zaman, o çok bildik posterdeki gibi "veresiye satan"ın aleyhine işlerken "peşin satan"ın kasasını doldurmuş ve market bakkalı, konfeksiyon da terziyi öldürmüştü.

Mahalleler "steril site"lere dönmüş, sokaklar adlarını bırakmış, birer numara olmuştu. Ne sokakta çocuk kalmıştı, ne balkonda asma, ne arkada arsa...
60'larda coşkuyu, 70'lerde kavgayı, 80'lerde süngüyü görüp geçirmiş pembe ev, 2000'lerin hoyratlığına dayanamadı.
Yıkıldı ayağımın ucuna, eski bir arkadaşım gibi, 15 yaşım...
"Son mahalle"yle, babamın yanağına süzülen iki damla gözyaşıyla vedalaştım.

Can Dündar / Milliyet

70'li Yıllar tv8'de

Pop Müziğin güçlü sesi Zerrin Özer ve Türk Sineması’nın dev ismi Fikret Hakan, 70’li Yıllar adlı programla tv8 ekranlarına geliyor...
Yapımcılığını Media 1 Point Şirketi ve Yelda Kanra’nın üstlendiği program Salı akşamı 20:30’da ekrana geliyor. 70’li Yıllar’da zaman içerisinde yitirilen değerler, gençlere yeniden yaşatılıyor, o dönemi yaşamış izleyiciler ise nostaljik bir yolculuğa çıkarılıyor...

70’li yılların müzik, sinema, moda, spor, tiyatro ve medyasında yaşanan önemli olayları, ilginç konuları mercek altına alan programda, döneme ait, görsel malzemeler, fotoğraflar, afişler, gazete ve dergiler de ekranlara yansıtılıyor..
Programda, Kadir İnanır’dan Tarık Akan’a, Sezen Aksu’dan Nükhet Duru’ya, Göksel Arsoy’dan Şener Şen’e, Hülya Koçyiğit’ten İbrahim Tatlıses’e, Cüneyt Arkın’dan Ediz Hun’a, Orhan Gencebay’dan Filiz Akın’a, Nilüfer’den Türk Sineması’nın Sultanı Türkan Şoray’a kadar o döneme damgasını vuran birçok ünlü sanatçıyı konuk edecek olan Zerrin Özer ve Fikret Hakan, onlarla birlikte anıları, müziği, dansı, o günkü sinemaları, tiyatroları, gazinoları, o dönemin izleyicisiyle günümüzün seyircisini, kısacası acısı, tatlısıyla 70’li yılları konuşacak...

Christine Haydar...Haydar Paşa'nın Gelini!

"Gırgır Sekseniki" adını taşıyan Hurşit Yenigün albümünde Yenigün ve arkadaşları, seksenlerin en apolitik günlerinde oyalandığımız seksi yıldızlar furyasını "ti"ye alıyordu : "Müjde, Nazan, Ahu; Ahu, Müjde Nazan; Nazan, Müjde Ahu; bindokuzyüzseks!"
Kah tanga bikinileri, aerobik taytlarıyla sinema perdesindeydiler, kah ağır rüküş tuvaletleriyle gazino sahnesinde... Kah günde dört tane kiraladığımız video filmlerde arabesk şarkıcılarının aşık olduğu illa ki bahçesi havuzlu evlerin afro saçlı zengin kızı oldular, kah poşet içerisinde satılan dergilerin kapaklarında aralık dudakları ve şuh bakışlarıyla aklımızı başından aldılar. Onlar seksenlerin şahane kadınlarıydı.
Onu birileri "Haydar Paşa'nın gelini" diye lanse etmişti memlekete. Hani şu İstanbul'un meşhur tren garına adı verilmiş koskoca Haydar Paşa'nın torunuyla evliydi sözüm ona. Ta Fransa'lardan kalkmış gelmiş, uzun sarı saçları, hep aralık duran tavşan dudakları, şehvetli bakışları ve anadan üryan kılıklarıyla aklımızı çelmişti.
Öyle ki aslında Haydar Paşa'yla uzak yakın ilgisi olmadığını öğrendiğimizde o çoktan küpünü doldurup Fransa'ya dönmüştü bile. Türkiye'de kaldığı süre içerisinde filmlerde oynadı, sahneye çıktı, kameralara cömert pozlar verdi ve azmetti, bir de plak doldurdu. Şimdilerde seksenlerin bütün "kitch"liğini barındırdığı için arşivciler arasında çok gözde olan o bir tek long-play'inde olmayan sesiyle ordan burdan toplanmış şarkılar söylüyordu.
Al Bano-Romina Power'in meşhur ettiği "Felicita"dan tutun da, Ajda'nın "Petrol"üne kadar. Yıllar sonra Fransa'da yayınlanmış bir kitabı Türkçe'ye tercüme edildi ve o günlerde gazeteler "Haydar Paşa'nın gelini yazar oldu," diye haber yaptılar bu durumu.
Kitabı alıp okumak zahmetine girmedim, ama plağı hala arşivimin baş köşesinde. Şarkılarını dinlemek sabır istese de cüretkar kapak resimleri içimi açıyor baktıkça.
Haydar Paşa'nın kemikleri sızlıyor mudur hala, orası meçhul.

Hakan Tok /
www.birzamanlar.net

Son şarkı...

Son zamanlarda gördüğüm en iyi filmin, "Karanlıkta Dans"ın bir türlü gözümün önünden gitmeyen muhteşem sahnesi: Bir tren köprüsünde Jeff, körlüğün eşiğindeki Çek mülteci Selma Jezkova'ya sorar: "- Görmüyorsun değil mi?" Kısık gözlerle sımsıcak gülümser Selma ve şarkısını söyler: "- Görecek ne var? En iyi dostunca öldürülen adamı gördüm. Yaşanmadan biten yaşamları... Görülecek bir şey kalmadı. Bu kadarını gördüm... fazlası açgözlülük olurdu".
İngiliz bulvar gazetelerinde efsanevi Beatles'ın gitaristi George Harrisson'ın kansere yenildiğini okuyunca anımsadım bu sahneyi...

"Beynindeki kanserli tümör tüm vücudunu sardı. 5 aylık ömrü kaldı" diyordu gazeteler... İtalya'daki evine çekilmiş ve bir dostuna "Bu kez savaşı kaybettim" demişti; "...artık ölüme hazırım".
John Lennon - Paul McCartney buluşmasından sonra katılmıştı gruba George Harrisson...

1950'lerin sonlarında Liverpool'da işe koyulmuşlardı. En büyükleri 23 yaşındaydı. Kötü gece klüplerinde rock çalıyorlardı. Lennon'a göre en iyi çalışmalarıydı onlar... S
avaş bittiğinde doğup 1960'larda gençliğini yaşayan kuşak, öfkesinin müziğini Beatles'ta bulmuştu. Ama müzik endüstrisi, bu öfkeyi kontrol altına almakta gecikmedi. Bir gün Brian Epstein girdi hayatlarına; hepsine tek tip elbiseler dikti. Spotlar altında ehlileştirip Elvis'le yarışa itti.
Artık kendi rüzgarında sürüklenen bir efsaneydi Beatles... Bu rolden ilk sıkılan John Lennon oldu: "Büyüdük, çok büyüdük, ama tükendik de.... Daha ilk turneye çıktığımızda müziğimiz ölmüştü. Boktan hissediyorduk kendimizi... 2 saat rock yapmak yerine her gece 20 dakika aynı şeyi çalmak işimize gelmişti. Birer müzisyen olarak hiçbir zaman gelişememiş olmamızın nedeni budur. Başarmak uğruna kendimizi öldürmüştük".
Grubun dağılmasına yakın, Lennon - McCartney rekabetinden her nasılsa sıyrılıp Beatles'in en güzel bestelerinden birkaçına imza attı Harrison... "Something" gibi...:

"Kıpırdanışında bir şeyler / beni benzersizce cezbeder /Bana asılışında bir şeyler.../İstemiyorum şimdi onu bırakmayı/ Biliyorsun, nasıl inandığımı..."
Sonra Beatles, dostların ihanetinden, yaşanmadan yiten yaşamlara kadar her şeyi gördü ve görecek bir şey kalmayınca dağılıp gitti zamanın rüzgarında... John Lennon bir suikastte öldü. Kalan 3'lü, ondan kalan bir teyp kaydından, 1994'te bir "son şarkı" yaptı. Şarkının adı "Kuş kadar özgür"dü.

"Tarih oldu" denirken, geçen yılki antoloji albümüyle 20 yıl sonra yeniden müzik listelerinin zirvesine oturdu Beatles... Ve geçen hafta George Harrisson "Kanserden ölecek" haberlerinden sonra ilk kez çıktı ortaya... Avurtları çökmüş yorgun bir yüzle yalanladı öleceği söylentilerini...
"Karanlıkta Dans"ın finalini anımsadım bu kez de... Müzikallerde son şarkı çalmadan salondan çıkan ve böylece filmin hiç bitmediğine inanan Selma'yı oynayan Björk'ün, darağacında çığlık çığlığa şarkı söylediği o inanılmaz finalden sonra perdede beliren iki satırlık yazıyı:

"Bu son şarkı diyorlar; Çünkü bizi tanımıyorlar.
Sadece biz izin verirsek son şarkı olur..!"

Can Dündar / http://www.candundar.com.tr/

Roger Waters - 2006 Turnesi

4 Haziran Anfiteatro Arena di Verona, Italya
5 Haziran Anfiteatro Arena di Verona, Italya
6 Haziran Curva Olympico Stadium, Rome, Italya
8 Haziran Whulheide, Berlin, Almanya
12 Haziran Egilsholl Arena, Reykjavik, Izlanda
14 Haziran Norwegian Wood Festival, Oslo, Norveç
16 Haziran Palermo Stadium, Sicily, Italy
18 Haziran Terra Vibe Park, Atina, Yunanistan
29 Haziran Marquee Festival, Cork, İrlanda
7 Temmuz International Trade Fair, Poznan, Polonya
12 Temmuz Piazza Napoleone, Lucca, Italya

14 Temmuz Magny-Cours Race Circuit, Nevers, Fransa

"Keşke burada olsaydın"

O hüzünlü gitar soloyu ilk duyduğumda 15'imde olmalıyım. Gitarın açtığı yoldan bir bateri atak yapıyor, sonra bir çığlık, ağır melodik motiflerle ilerleyen parçayı yırtarcasına yükseliyordu: "Hatırlıyor musun, gençliğinde güneş gibi parıldardın/ Şimdi semada kara deliklere benziyor bakışların/ Patlat kendini çılgın elmas / Haydi gel ve parılda!.."
Kimbilir kaç uykusuz gecenin ortağıydı, kapağında yanarak el sıkışan adam olan bu albüm; kaç ayrılık kabusunun, kaç kavuşma hasretinin yoldaşıydı. "Şimdi aynı akvaryumda yüzen iki yitik ruhsuz yalnızca/ Yıllar yılı aynı eski toprakları aşındırarak ne bulduk ki? Aynı eski korkulardan başka... / Burada olsaydın keşke..."

Şarkıya ilham veren adamın gerçek öyküsünü nice sonra öğrendim. Adı; Syd Barret'ti. Cambridge Lisesi'nden arkadaşı Roger Waters'la okul çıkışı, burs paralarını barlarda harcar, geceleri motor yarıştırır, sonra uyuşturucu ve seks için eve kapanırlardı. O yıllarda bir yandan gitar çalmayı öğreniyor, bir yandan da Rolling Stones dinleyip, ilerde kuracakları grubu hayal ediyorlardı. 20 yaşına gelince hayalleri gerçek oldu. Syd gitar, Roger bas çalıyor, aynı liseden Rick Wright klavyede, Nick Mason davulda oturuyordu. Gruba isim ararken Syd, hayran olduğu iki cazcının, Pink Anderson'la Flyod Council'in adlarını birleştirmişti.
Pink Floyd böyle doğdu.

İlk albümde tüm sözleri Syd Barrett yazmıştı. Yan yana düşen çılgın sözcüklerden şaşırtıcı mısralar oluşturan inanılmaz sözlerdi bunlar... Syd bir dahiydi; ama fazla "uçmaya" başlamıştı. Güne, kahvesine acid atarak başlıyor, günde 3 - 4 kez tribe giriyordu. Cromwell yolunda harabe bir evde, Pink ve Floyd adında, kendisi gibi acid düşkünü iki kedi ve bir sürü insanla birlikte yaşıyordu. 1967'de çevresine bir "duvar" ördü ve hepten içine kapandı.
Katıldıkları TV programlarında boş bakışlarla oturuyor, konserlerde saatlerce aynı akorları basıyordu. Sonunda 1968'de, adını verdiği ve ilk albümünün bütün sözlerini yazdığı gruptan kovuldu. Pink Floyd, "çılgın dahi"sini kaybetmişti.

Annesi Syd'i bir sanatoryuma yatırdı. 8 yıl orada kaldı. Bütün gün televizyon karşısında oturup şişmanlıyordu. O, hayattan koparken, Pink Floyd şöhrete kavuştu. Dark Side of the Moon'la hepten patlamışlardı. 1975'te yeni bir albüm için Abbey Road stüdyosuna girdiklerinde tuhaf bir şey oldu. Hep önce müziği yapıp, sonra üzerine söz yazdıkları halde bu kez David'in hüzünlü gitar solosunu duyan Roger, Syd için bir şarkı yazmak istedi "Keşke burada olsaydın" döküldü dilinden...
Sonrasını Rick Wright anlatıyor: "Stüdyoya geldiğimde kanepede şişman, iri yarı, kel bir adam oturuyordu. Miksaj masasında çalışmaya başladık. Roger'e adamın kim olduğunu sordum, bilmediğini söyledi. 45 dakika sonra aniden bu adamın Syd Barrett olduğunu fark ettim. Yıllardır onu görmemiştik ve tam kendisi için yazılan bir parçanın vokallerini kaydederken çıkagelmişti.
Dişlerini fırçalayıp yanımıza geldi: '- Peki ben gitar kayıtlarını ne zaman yapıyorum?' diye sordu. '- Üzgünüz Syd, gitar kayıtları yapıldı' dedik." Roger Waters ise o günü şöyle hatırlıyor: "Karşımda iri, şişman, delirmiş bir adam vardı. Üstelik tam 'Keşke burada olsaydın'ı kaydederken gelmişti. Gözyaşlarımı tutamadım. Syd tutkulu insanların yok oluşunun en uç noktasını simgeler. Modern hayatın hüznüyle ancak böyle baş edebiliyordu".

Geçen ay Pink Floyd, 35. yıldönümünü "Echoes" (Yankılar) adlı bir albümle kutladı. 26 eski şarkının yer aldığı albümü alıp CD - çalarıma koyduğumda, 15 yaşında başucumdan eksik etmediğim albümün kapağındaki "tokalaşırken yanan adam" geldi gözümün önüne...
Buruk gitar soloylo başlayan parçayı seçtim ve onun hüzünlü tellerine tutunup çeyrek asır öncesine geçtim: "Hatırlar mısın, gençliğinde güneş gibi parıldardın / Şimdi semada kara delikler gibi bakışların...
(..) Keşke burada olsaydın..."

Can Dündar /
http://www.candundar.com.tr/

Esengül'ü anımsamak...

Esengül, hiç kuşkusuz 70'lerin çamurlu, soğuk, kasvetli, bezgin günlerinin karşılığıdır.O günlerde:Kasaba meyhanelerindeki eski usul, ‘baygın sesli' teyplerden içli, dokunaklı, ağlamaklı sesi yükselirdi.Önce ‘Otur şöyle yanıma / Dinle benim dertlerimi' diye hafiften yatıştırarak olaya girer, ardından da nedeni belirsiz tarifsiz acılara gark olmuş ‘Kırmızı sokak sakinleri' için raconu keserdi:‘Beterin beteri var / Haline şükret dostum.'
Katışıksız, sahici ve damardan arabesk şarkılar söylerdi.Gürültülü ve dumanlı meyhanelerdeki ‘tıraşı uzamış adamlar' pek severdi onu.O, ‘Uzaklarda aramam / Çünkü sen içimdesin / Taht kurmuşsun kalbime / En güzel yerimdesin' diye seslenir, bizimkiler ‘Of ulan of' diye içlenirlerdi.Esengül ‘sarhoş' diyemeyip de ‘serhoş' diyen nev'i şahsına münhasır kadınlardandı.Hani şarkılarını ‘az sonra büyük bir hata yapacakmış' gibi söyleyen ama o hatayı hiçbir zaman yapmayan alaturkacılar vardır ya...İşte onların piriydi Esengül...
Esengül her haliyle farklıydı.
Neşe Karaböcek gibi değildi. ‘Bir öptüm, bir daha öptüm' filan tarzı ‘delikanlıyı bozacak' fantezilere asla prim vermedi.
Mine Koşan gibi değildi. Arapça'ya sardırıp ya da ‘Bülbül' kasidesine yönelip Türkiye'nin Ümmü Gülsüm'ü olmaya heves etmedi.
Kamuran Akkor gibi değildi.Doğu ile Batı arasında gidip gelmek yerine istisnasız Anadolu'nun tüm meyhanelerine girmekle yetinmeyi bildi.
‘Orhan Gencebay'ın dişisi' de diyemezdik onun için.Çünkü öyle olamayacak kadar disiplinsiz ve hercaiydi.Onun şarkı söyleme tarzı için en doğru saptamayı ünlü şair ve yazar Murathan Mungan yapmıştır:‘Sesine savunmasızlık, yararlanabilirlik katan üslubu, içli ve dokunaklıdır. Yapmacıktır ama asla samimiyetsiz değildir.'
Şimdi izi bile kalmayan eski zaman kabadayılarının şarkıcısıydı o. Günah gibi kışkırtıcı sarı boyalı kıvırcık saçlarıyla ‘alemin nice babayiğidi'ni birbirine düşürmüştür.Hiç rahat durmamıştır: Oflu İsmail'e pas verirken, dönemin ‘Semiramis Gazinosu'nun sahibine de göz kırpmıştır.Ve bu ‘tehlikeli oyun', Oflu İsmail'in adamlarının, gazino sahibini öldürmesiyle son bulmuştur.İşte böylesine sert, oyuncu ve karanlık bir kadındı Esengül.
Düşünün:Ortada ‘televole' olgusunun ruhu bile dolaşmazken, magazin basınına şöyle demeçler vermiştir:‘Evli erkeklerle aşk yaşamak hoşuma gidiyor. Çünkü eşlerinin çektiği acı bana zevk veriyor.'
Hülya Avşar'ın bütün bir sanat hayatı boyunca imza attığı tüm skandalları, yol açtığı tüm polemikleri, girdiği tüm tartışmaları gözünüzün önüne getirin. Esengül'ün boheme göz kırpan bu açıklamasının yanına bile yaklaşamadığını görürsünüz. Yani o derece pervasızdı Esengül.
Adnan Şenses'le büyük aşk yaşar, sonra onu bırakır bir futbolcuya kaçar, sonra hepsini bırakıp tek gecelik aşklarla gönlünü eğlendirirdi.Ve sonunda bir trafik kazasına kurban gitti. ‘Trafik kazası' diyoruz ama o dönem bunun bir cinayet olduğu iddiasının gündeme geldiğinin de altını çizelim.Öldüğünde 24 yaşındaydı. Yani hızlı yaşamış ve genç ölmüştü.
Uzelli' firması, 25 yıl sonra Esengül'ün eski şarkılarını içeren bir albüm çıkardı.Bugünlerde döne döne bu albümü dinliyoruz.
Ve böylece:70'lerle ilgili nice karanlık anımıza fon müziği oluşturuyoruz.
Fırtınalı bir hayatın inceliklerini kavramaya çalışıyoruz.

Ahmet Hakan / Hürriyet

Ne gariban abimizdin sen Orhan Abi!..

Popüler eğlence mekânlarından birinde gecenin ilerleyen saatleri... Barı hıncahınç dolduran çakırkeyif müşteriler sahneden yayılan ritmik müziğin ilk nağmeleriyle yerinden fırlıyor:"Yazıklar olsun / kaderin böylesine yazıklar olsun / Batsın bu dünya!.." Kıblesi sahne olan bir ayinde ciğerini yırtarcasına haykıranların hiçbiri dünyanın batmasını isteyecek kıvamda değil. Güle oynaya, göbek ata ata, ağızlarında şaka gibi duran sitem dizeleriyle feryat ediyorlar:"Ben ne yaptım kader sana / şikâyetim Yaradanaaaa..." Ayinin bir yerinde, şarkıcı kitleyi tembihliyor: "Şimdi ben ‘offf’ diyeceğim, siz ‘ohhh’ diyeceksiniz. Anlaştık mı?" Ve alkollü dudaklar, bin yılın kederini üfler gibi "Ohhh" çekiyor hep bir ağızdan...
Ne oluyor? Bizim gariban "Orhan Abi"mizin bu cakalı ortamlarda ne işi var?
"Tıkırı yerinde" bunca insan, niye "bu dünya batsın" istiyor?
25 yıl önce sırtında parka, gecekonducularla kol kola dozerlerin üstüne yürüyen, "Bırakın da yaşayalım" diye diklenen, garipler hor görülmesin isteyen çilekeşimiz nasıl olup da eski serzeniş sözlerini tekno ritmiyle mikserde harmanlayıp göbek atılacak kıvama sokuyor?
"Her seven kavuşsa belki aşk olmazdı" diye yazan adam, neden şimdi reklam uğruna "ideal aşk"ın peşine düşüyor; aşkına kredi kartının adını veriyor?

Bir tek o da değil ki, boynu bükük yetimlerin sesi Emrah, mankenlerle fink atıyor.
Çilekeş sofraların tütsüsü Ferdi Tayfur, "Gece hayatım bitti / kadehi yere attım / Beni kutlamalısın / sigarayı bıraktım" diye şarkı yapıyor.
Anlı şanlı "Müslüm Baba" filli renklere boyanıp, telesekretere konuşamadığı için "bir bar taburesi üstünde paramparça" oluyor.
1970’lerin okul kaçamaklarında "Dur geliyorum" namlı filmlerde "İsveçli yıldızlar"ı sıraya dizen Tamer Yiğit, bugün AKP listesinde İstanbullu seçmene "Dur geliyorum" diyor.
Sahi ne oluyor bunlara?
Hiçbiri bizim mahallenin starı değildi gerçi, ama onların sızlanışında hak verdiğimiz bir şeyler vardı. Sevilmeyip sevenleri, marazi aşka düşenleri, kaderine küsenleri, kendisini kusan şehre sitem edenleri, izbe porno salonlarında nefsini söndürenleri tanır, dinler, anlardık. Sahiciydiler.
Bir gün gecekondulara kat çıkıp ağa olacaklarını, kuşattıkları şehirde iktidara oynayacaklarını, dışlanmışlıklarının acısını pişkin bir "Ben buyum, yersenöcilikle çıkaracaklarını, şampanya yağdırdıkları şarkıcılara 8 kez üst üste "Pala Remzi" okutacaklarını, bir zamanlar bahtsızların milli marşı olmuş şarkıyla göbek atacaklarını bilmiyorduk.
Herhalde "Orhan Abi"ler, "Müslüm Baba"lar, "Küçük Emrahölar da gün gelip kitle kültürü denilen yamyamın pençesine düşeceklerini, eğlence endüstrisinin boyunduruğuna gireceklerini, "köpeğin önüne atsan yemez" dedikleri paranın peşine düşeceklerini, halkımızın bunca zaman modern görünme ıkınmasıyla içinde bastırıldığı alaturkalığı salıvereceklerini, popüler olup "inleyen nağmeleröden arındıkça bir zamanlar sesine barikat kuran kapılarda kırmızı halılarla karşılanacaklarını kestiremiyorlardı.
Kitle kültürünün arsız fabrikası, marjinalmiş, yerelmiş, muhalifmiş dinlemeksizin toplumun bütün zulalarını patlatıp onların malzemesini aynı pop ritmiyle harmanlayarak her tür ruh haline uygun şablon nakaratlar çıkarttı piyasaya ve 10 yılda, "Batsın bu dünya" ile "10. Yıl Marşı"na aynı hevesle zıplayan insanlar yarattı her yaştan...
Bundan sonra biz "Offf" diyeceğiz.
Siz "Ohhh" diyeceksiniz.
Anlaştık mı?

Can Dündar /
http://www.candundar.com.tr/

Ey 80 Kuşağı! Üzülmeyin ama fazla büyüdük

Kendini ucundan kenarından da olsa 80 Kuşağı’na ait görenler üzülmesin ama biraz fazla büyüdük.
Dikkat edin, ne de olsa kuşağımsınız diyerek efendi davranıyorum. Kısaca ‘Yaşlanıyoruz oğlum, paniğe kapılın!’ da diyebilirdim.Yeni yıl sendromudur geçer deyin, ufukta görülen orta yaş bunalımı sinyalleri deyin ne derseniz deyin, bizden büyükler ‘Hálá gençsin, ne var canım işte; 30 küsursun’ dese de, fazla büyüdük işte ya!

Durumu şöyle açıklamaya çalışayım... Burada görüntü flulaşıyor; filmlerde gazete yapraklarının, takvim yapraklarının döndüğü gibi dönmeye başlıyor hayat ve 1980’lere ışınlanıyoruz...
1980’lerin başlarındayız. Dostum Yeto’yla oturmuş bir Deep Purple (Machine Head) albümü inceliyoruz. 1972 yılında yapmış babalar. Albümlerdeki gitar sololarının sürelerini kronometre aracılığıyla ölçüp ezberleyecek seviyede, müzik durursa biz de duracakmışız gibi müzik dinlediğimiz günler yani...
Tarih hesaplamalarında esas olarak kendi yaşımızı aldığımız için bize çok çok eski bir şey gibi geliyor 1972. Hatta, ‘Abi adamlar 1972’de yapmış bu müziği be. Vay canına kardeşim!’ filan diyoruz.Eski şeyleri dinlemek hoşumuza gidiyor, fiyakalı buluyoruz 1960’ların 1970’lerin rock albümlerini.
Sahaflarda eski müzik dergileri kovalıyoruz posterleri için.Deep Purple, Thin Lizzy, Uriah Heep, Wishbone Ash elemanları gözümüzde ‘Sıkı Amca’ konumundalar. Elvis Presley’i antik çağlarda sevilmiş bir yarı tanrı olarak görüyoruz ve müziğini çok basit ve sıkıcı buluyoruz.
The Beatles’a ‘Kız grubu’ demek gibi bir terbiyesizlik bile yapmışızdır o yıllarda. Çocuk işte, ne bilsin...Konuyu dağıtmayayım.
Albümlerin yapım tarihleri bizim için çok mühim. O dönem popüler olanlardan sevdiklerimiz de var ama en çok eski albümleri bulup onları dinlemeyi seviyoruz...
Kısa bir süre önce Alphaville geldiği zaman kendimi biraz fena hissetmiştim, ‘Ne yani Big In Japan çıkalı 20 sene mi oldu’ gibilerden. Evet o kadar olmuştu.
O yıllarda zaten zart diye gelmiyordu şarkılar, biraz zaman alıyordu. Ama 1981 olmasın da 1982, haydi hatırınız kırılmasın 1983’te dinlemişimdir.Siz de yutkundunuz di mi tam bu noktada.*İşte bu son hadiseden sonra ota kota tarih etiketi yapıştırır hale geldim. Korkarak DVD kutusuna bakıyorum mesela: ‘Back To The Future hangi yıl çekilmişti?..’ Tarihi görüyorum (1985) ve çok affedersiniz eşek olup kendimi tepesim geliyor. 20 yıl ne demek kardeşim ya!
Sonra hemen daha tuhaf bir hesaplamaya girişiyorum. Bugün 15 yaşında olan biri, ‘Back to The Future’ filmini 20 yıl önce yapılmış yani prehistorik bir eser olarak algılamakta di mi?‘Biz 1985 senesinde nasıl bakıyorduk 1965 yapımı filmlere o zaman?’ diye düşünüyorum ve tekrar kendimi tepmek üzere eşek olmak istiyorum.Yaşlılık derdine düşecek yaşta değilim, yanlış anlamayın. Fakat bizim ayıla bayıla seyrettiğimiz filmler, dinlediğimiz müzikler, yani bir noktada bizi biz yapan küçük ve güzel şeyler nasıl çabuk eskiyor!..
Bundan böyle eğer bir 1980’ler partisine katılırsam, kapıda kimlik kontrolü yapılmasını isteyeceğim.Yaşı tutmayanlar gelmesin.
Yaş haddini tam hesaplayamadım ama mesela ‘Zımbalı kot nedir, açıklayarak anlatınız?’ sorusuna ‘Eeeee, zımba var böyle, bir de kot var...’ gibi cevaplar verenler alınmamalı.
Çünkü her an ‘Maymun mu oynuyor burada, gidin kendi müziklerinizle eğlenin ühü-ühü!’ şeklinde dağılabilirim...

Kanat Atkaya / Hürriyet

Kıyma makinesi

Hala görmüyor musunuz semtinizde kasap kalmadı.Bakkal her gün küçülüyor.Manav, camcı, ayakkabı tamircisi de kalmadı.
Site kuşağı' değiliz biz. ‘Mahalle çocuğu'yuz. Kasapla, bakkalla, ayakkabı tamircisiyle büyüdük.Kasap deyince mesela...Kıyma makinesi geliyor aklıma ilk... Kıyma makinesinin o yılların çocuğu için ne demek olduğunu, kendini bildiği gün bilgisayarla tanışanlar anlamaz tabii.
Sırf, etin, makinenin bir tarafından girip öteki tarafından kıyma şeklinde dökülüşünü seyretmek için annemin peşine takılıp kasaba giderdim.Ha, bir de dükkána ‘kapı'lık eden boncuklar var tabii. Onlarla oynamanın dayanılmaz cazibesi...Şimdi dekore edilmiş mekánlarda taşlısından aynalısına binbir çeşidini gördüğümüz ‘pano-kapı'ların doğum yeri kasap dükkánlarıdır.
Tül perdeleri de unutmamak lazım.Bazı kasapların kapısında tül perde olurdu. Üzerinde sineklerin ve yer yer kurumuş kıyma parçacıklarının konuşlandığı...‘İğğğğ' demeyin!
Tamam o gün için bunu ‘pislik' olarak değerlendirebilirsiniz. Ama şimdi üzerinden yıllar geçince, yani o tül perde uzaklarda kalmış güzel günlerin bir parçası olunca ve o günler tatlı bir hüzünle hatırlanınca pislik pislik gibi gelmiyor insana.
Ta uzaktan kasabın yerini tayin etmenizi sağlayan, her biri adeta taş kesilmiş vaziyette hiç ara vermeden içerisini seyreden, kasapların doğal kapı önü dekoru kedilerle ilgili anılarım ise hiç hoş değil maalesef.Hayvanlardan korktuğum ve şimdi düşününce bu açıdan kaybedilmiş saydığım yıllardı o yıllar. Dükkána girerken anneme kovdurmuş bile olabilirim sevgili dostlarımı. Ne yazık!
‘Kasap'tan bahsedip de ‘kasap sucuğu' atlanır mı?Evet sucuğu da kasap yapardı.Sipariş üzerine.Henüz tam kurumamış, birbirine iple bağlı kangallar mutfağın bir kenarına asılırdı. Ne güven varmış o zamanlar!Kimsenin aklına gelmezdi, hangi şartlarda nerede yapıldığını, içine ne konduğunu kurcalamak... E, Uğur Dündar da çocuktu tabii.
Hálá kasaplı semtler var. Ama onlara ‘kasap' denir mi bilmiyorum.‘Et ve et mamulleri satış merkezi' artık çoğu...Marketlerin et reyonundan farksız.İçeri girip ‘Danayla kuzuyu karıştır, iki kere çek' diyebileceğimiz kaç kasap kaldı?
Ve istekleriniz yerine gelirken bir sandalyeye ilişip, çocukların okulundan, havaların soğuduğundan, hayatın pahalılığından konuşabileceğiniz...Sizi bilmem, benim hakikaten göğsümün ortasına bir yumruk oturdu.
Her bakkal, kasap, camcı, ayakkabı tamircisi kapandığında, her ‘mahalle çocuğu'nun hücrelerinden bir miktarının daha ölmüş olduğunu düşündüğümden midir artık...

Pakize Suda / Hürriyet

Bir zamanlar lay lay lom

Pazartesi akşamı, Babylon’da ‘Bir Zamanlar’ serisinden çıkan albümlerin sonuncusu olan karışık albümün, aramızda Eski Kırkbeşlikler gecesi şeklinde anılan partisi vardı.
Kalktık gittik.Babylon, Babylon olalı, böyle, yani bu tip bir kalabalık görmüş müdür bilemiyorum.Bu satırların 33 yaşındaki yazarı, yaş ortalamasını dramatik bir şekilde düşüren üç-beş kişiden biriydi. Uzun zamandır kendimi böylesine genç hissettiğimi hatırlamıyorum.Zira icracılardan ve izleyicilerden oluşan kitlenin yaş ortalaması, ben diyeyim 60, siz deyin 70...
Fakat tabii bir yandan o tepe sersemi hálimizle, ihtiyar delikanlıların ve cici ablaların dinamizmiyle kıyaslayınca, ruhen moruk tabir edilebilecek yegáne eleman da bizdik herhálde.Erol Büyükburç, üzerinden kırmızı bir eşofmanla, elini yumruk yapıp zıplayarak; ‘Haydi gençlik hop hop hop’u söylüyordu, anlatabiliyor muyum? Zuhal-Meral ikilisi yine bir örnek giyinmişler, pembelere bürünmüşler, bir de üzerine sarışın olmuşlar, lolipop gibiler...Seyyal Taner’in ahvalini açmaya lüzum görmüyorum. İki şarkı boyunca kendisini izledim, o kafasını salladıkça, benim boynum tutuldu.
Erol Evgin, Atilla Atasoy, Yeşim, Ercan Turgut, Ayşe Mine, Funda, Zeliha, Coşkun Demir, Erkut Taçkın, Uğur Akdora...
Ben ne yaptım? Merak böcüğü sokmuş bir gazeteci olduğum için, dinlediklerim ve gördüklerimle yetinmeyip, başka konulara takıldım.Meselá o dönemin şarkılarının ortak paydası, olmazsa olmazı olan ‘Lay lay lay’ın mucidi kimdir? Mikrofonun icadı kadar merak ediyorum, yemin ederim.
Sonracığıma... Benim yaşlarımda olanlar hatırlayacaktır. Yine meşhuur bir Küçük Kız vardı. O kardeşimiz ne oldu acaba?Şarkının kahramanı olan söz konusu Küçük Kız, bir gün arkadaşlarıyla oynamaya sokağa çıkmadı diye arkadaşları hadise çıkarıp, Küçük Kız’ı sorguya çekiyordu:
‘Küçük kız, küçük kız, söyle bana nerdeydin? / Dün sabah bekledim, oynamaya gelmedin? / Dün sabah bekledim, hiç görünmedin?’Küçük Kız da edepli bir insan olduğu için rapor veriyordu:‘Sormayın çocuklar, ah neler oldu / Yüreğim tutuştu, gözlerim doldu / Başıma gelenler, eğer bilseniz / Çok üzüntü duyar, ağlardınız siz.’
Bu şarkı şimdilerde yapılsa, içimize fena hálde kurt düşerdi. Allah muhafaza toplu tecavüze mi uğradı, maganda kurşunuyla mı yaralandı?
Ama 70’li yılların naif şarkılarında böyle şeylere pek rastlanmazdı. Dolayısıyla şarkının sonlarına doğru iyiden iyiye artan gerilime, Küçük Kız’ın oyuncak bebeğini düşürüp kırmasının neden olduğunu öğrenirdik.
Bünye nostaljiye doydu velhásıl. Ya işte böyle...
Bir zamanlar lay lay lom bir hayatımız vardı.
Nihilizme emin adımlarla yaklaştığımız bugünkü içi acımış kadın nere, o şarkının hafif ebleh Küçük Kız’ına en iyi arkadaşıymış gibi kulak kabartan o salak küçük kız -yani bendeniz- nere...

Ebru Çapa / Hürriyet

Elton John konserinde...

Önceki hafta, rüzgarın buzdan bir bıçak gibi insanın yüzünü kestiği o ayaz Londra akşamında yollardaydık. Yanımızda biz yaşta, aynı duygu frekansında kadınlar, adamlar yürüyordu. Bir pop konserine değil de, yıllanmış bir dostun yaş günü partisine gider gibiydik. Sanki notaların diliyle anlaşan bir cemaatin üyesiydik. Ve maziden tanıdık bir şarkının peşindeydik.
Wembley Arena’nın girişindeki dev afişte genç bir adam, sarı camlı kocaman gözlüklerinin ardından bakıyordu.İçerideki barda biradan ziyade şarap içiliyor ve ihtimal, yarından çok dün konuşuluyordu. Bir efsaneydi dinleyeceğimiz. Beatles’ın dağıldığı günlerde John Lennon, son zamanlarda en sevdiği şarkının "Your song" olduğunu söylemiş, şarkının solistini gördüğünde de önünde diz çöküp "Bu o... Bu o..." diye haykırmıştı.Elton John, yüzü kızararak uzatmıştı elini:"Kalk yerden! John Lennon’sın sen".

Elton, sahneye 15 dakikalık gecikmeyle ve rüzgar efektiyle çıktı. Üzerine kırmızı takım elbise, içine siyah tişört giymişti. Eski frapan günlerden sadece o cüretkar kırmızı kalmıştı.Yeni albümünden iki parçayla açtı konseri, sonra "Tanıdık bir şeyler çalalım" deyip "Daniel"e girdi.
Ardı sıra "Sacrifice" ve "Sorry" geldi:
"Her şey bitince bana söyleyecek ne kalıyor/‘üzgünüm’, sözcüklerin en zoruna benziyor".
Ne çakmaklar sallandı ortada, ne fosforlu halkalar...
Salondakileri, hüzünle karışık bir sükut sardı.
Söylenen, "her şey bitmeden önce" onların şarkısıydı.
Nihayet "Rocket man" çalınca salon şöyle bir kımıldadı. Önümde oturan aristokrat kılıklı beyefendi, yanımda dansa başlayan 60’lık "altın kızlar"ı azarladı. Süslü kızlar
aldırmadı.Peşinden "Crocodile rock" gelince beyefendi de dikildi ayağa...
Ama salonu zıplatan şarkı, - seyircinin de ruh hali gereği - "I’m still standing" oldu, - yani bir nevi - "Yıkılmadım ayaktayım". Gerçekten de ayaklandılar.
Ta ki, Elton, veda ederken, John Lennon’a diz çöktüren "Your song"u çalıncaya kadar...Züğürt bir gencin sevgilisine hediye olarak yazdığı bu şarkıda Elton sustu ve salon, sevdiğiyle Bernie Taupin’in dizeleriyle konuştu:
"Söyleyebilirsin herkese / ‘Bu benim şarkım’ diye...
Pek basit görünebilir, ama yazıldı işte...
Her neyse, / aslında demek istediğim:Gördüğüm en tatlı gözler senin".
Sanki notaların diliyle anlaşan bir cemaatin üyesiydik o gece...
Bir pop konserine değil, yıllanmış bir dostun yaş günü partisine gitmiş gibiydik.
Hepimiz maziden tanıdık bir şarkının ve o şarkıda anlatılan aşkın peşindeydik.

Anıların ne kadarı doğru

Evimizin en net balkonları kalmış aklımda... Belki İzmir’de yazlar kışlardan uzun olduğu için.
Arka balkon yerden çok az yüksekti. Bahçenin çiçeklikle çevrilmiş bir parçası demek daha doğru.Çıtır ekmişti annem çiçekliklere... Artık hiçbir yerde görmüyorum. Yaz kış yeşil olur, her bir dalından yüzlerce iğne yaprak fışkırırdı. Çiçek açmazdı galiba.

Öteki balkon denize karşıydı. Tepeden İzmir Körfezi’ne bakardı. Karşıyaka’ya... Ama bunu şimdi biliyorum. O zaman farkında mıydım Karşıyaka’nın falan. Çocuklar uzaklara bakmazlar pek. Sadece yakın çevreleriyle ilgilidirler nedense.
Neyse... Balkonun denize bakmasından hoşlanıyordum ama. Yani herhalde. Öyle olmalı. Ama bu da bugüne ait bir duygu olabilir. Belki denizin de farkında değildim.Bahçemiz kocamandı. Yoksa o kadar değil miydi? Çocukluğumun bir başka bahçesi yanıltmıştı çünkü beni yıllar sonra... Kocaman zannettiğim deniz kenarındaki evimizin bahçesini yıllar sonra gördüğümde nasıl hayal kırıklığına uğramıştım. Ama balkonlu evimizde artık daha büyüktüm. Kocaman oluşu doğru olabilir.
Sahi... Çocuklukla ilgili anıların ne kadarı doğru...Baksanıza, en basiti, evimizi tarif bile edemiyorum. Bahçesi küçük müydü, büyük müydü?.. Denizi gördüm mü o balkondan hakikaten hiç...‘Mutlu bir çocukluk geçirdim’ sözü ya da tersi ne kadar doğru...Bu şimdi vardığımız bir kanı değil mi?.. Bugünkü aklımızla...Ama bu işin kuralı her yaşta böyle galiba. İlişkilerin muhasebesi bittikten sonra yapılmaz mı?.. Not sonradan verilmez mi en hak ettiği biçimde.
Nereden aklıma geldi şimdi çocukluğumdaki evimiz...Bazen önündekiler pek iç açıcı görünmeyince geridekilere çeviriyor insan başını.Onlar zararsız.Aralarından zararsızları seçme imkánı var.Eski evimizin ne kötülüğü olabilir bana...Oyunlar oynadığım bahçemizin...Sofralar kurduğumuz balkonumuzun...
Gencecik ve sağlıklı annemle babamın...
Sadece hüzünlenebilirim biraz.

Pakize Suda / Hürriyet

Plak çıtırtısını özleyenlere


CD’nin kesin hakimiyetini ilan ettiği dönemde bile plaklarına kıyamayanlardanım.
Eski plaklar, bir zamanlar en yakın dostum olan pikabımla birlikte annemin evinde huzur içinde durmakta. Bayram günü sizi ‘nostalji manyağı yapmak’ gibi bir derdim yok ama hafif çıtırtılı o sesin doğallığı ve derinliğini ne kadar mükemmel olursa olsun CD’de bulamadığımı düşündüğüm çok olmuştur.Fakat CD kolay bir format, ses de pırıl olunca, insansın işte, hiç uğraşamayacağını düşünüyorsun plaklarla...
5-6 sene önce Londra’da Radiohead’in bir albümünü longplay formatında gördüğümde acayip şaşırdığımı hatırlıyorum. Artık üretilmediklerini düşünüyordum çünkü.Sonra, kısıtlı sayıda da olsa bazı yeni albümlerin de ‘vinyl’ olarak basıldığını öğrendim.Şimdi bu mevzu nereden açıldı ona gelelim.
EMI Türkiye, geçtiğimiz günlerde, yeni albümleri kısıtlı sayıda da olsa (Ne kadar talep olduğuna bağlı bir şey tabii) plak olarak getirteceğini duyurdu.Coldplay’in, Ray Charles’ın albümlerini plak olarak görüp inceleme şansım oldu. CD’lerin o küçücük yüzeylerine alışan gözüm plak kapağının azameti karşısında büyüdü...
CD’nin yaygınlaşmasıyla kaybolan plak kapağı sanatını (Var bence böyle bir şey, hiç tartışmayalım) yeniden canlandırmak için bile sevinilir bu hadiseye.Şimdi, önce eski dostum pikabı ve iyice yıkanması gereken plakları eve taşımakla başlayacağım işe.Sonra yeni albümlerden ufak ufak çalışırım...(Meraklısına not: ‘Plak yıkanır mı be birader?’ demeyin. Benim en iyi bildiğim yöntemdir. Daha iyisi bile çıkacaktır fakat, bol suyla yıkadıktan sonra temiz bir bezle iyice kurulama yöntemini yıllarca uyguladım ve hiç pişman olmadım. Etiketi ıslatmayın ama, haliyle çıkıyor...)
Şimdiiiiii, yazının buraya kadar okuduğunuz bölümü geçen hafta yazılmıştı. Fakat geçen hafta yazının -çok affedersiniz- dalağını yardığım için bu ‘küçümen kutu’ formatında üretilmiş yazıyı bu haftaya bırakmıştım.Bu arada pikap ve plakla ilgili acayip hadiseler yaşadım. Öncelikle annemin evindeki pikabın artık çalışması mümkün olmayan aletler diyarına göçmüş olduğunu üzüntüyle fark ettim.Fakat böylesine ‘plak dinleyesi gelmiş’ vaziyetteyken, ‘Çözecem usta ben bu pikap işini’ dedim ve kendimden beklemediğim bir kararlılıkla, pikap araştırmasına giriştim.Technics 1210 gibi evrimini yıllaaaaaar önce tamamlamış, mükemmel bir alet almak niyetindeydim fakat onun dörtte bir fiyatına filan Stanton buldum Tünel’de.
Pikap alma hadisem de enteresandı. Artık sadece DJ’ler pikap alıyor herhalde. Çünkü pikabı satan arkadaşı ‘Zıbı zıbı yapmayacağım ben bununla; bana normal, iğneyi plağın üstüne koyacağım, bir yüzünü tamamladıktan sonra arka yüzünü çevirip aynı işlemi basit bir şekilde tekrarlayacağım, normal bir pikap lazım!’ diye ikna etmem uzun sürdü.Acayip birtakım özellikleri olan pikapları gösterip duruyor hálá!
Nihayetinde anlaştık. Bu sefer ‘Pikabı nasıl kullanacağınızı biliyor musunuz?’ dedi.Bakışlarımla ‘Ben plak dinlerken, sen şuursuz bir bebek olarak emziğini yemeye çalışıyordun, terbiyesiz şey’ gibilerden baktım ama herhalde beceremedim.Ortası geniş delikli 45’lik çalmak için gerekli minik parçayı burnuma doğru uzatarak ‘Bu ne işe yarıyor biliyor musunuz?’ dedi.O an, minik şeyi alıp, bizzat onu kullanarak şuuru açılana kadar pataklamayı düşündüm ama medeni bir insan gibi davranıp ‘Evet’ demekle yetindim.Neyse, pikabı kaptım, eve geldim, amfiye bağladım, toprağını vesaire hallettim ve halihazırda evde bulunan tek plağı, Blondie’nin ‘Heart Of Glass’ 45’liğini sekiz kere filan üst üste dinledim.
Sonra annemin evindeki plakları kendi evime taşıdım ve çoğu 1980’lerden kalma albümleri arka arkaya dinledim.Blam serisinden 1980’lerde çıkan (Phoebe Cates’in ‘Paradise’ının da olduğu meşhur mavi kapaklı albüm) bir plağı dinlerken komşu telefon açıp ‘Baba iyi misin sen ya? Yanlış duymadıysam Vak Vak Dansı çalıyor senin evde. Endişe içindeyim’ diyene kadar durumun vahametini kavrayamamıştım.Durumu açıklayınca sakinleşti.Tabii aslan gibi pikap yapınca, insan aslan gibi plak da istiyor.İstiklal Caddesi’nde EMI’nin getirttiği plakları satan mağazaya girdim. Plaklar şeker kutusu gibi duruyor. Beatles’lar var, Rolling Stones var, Beastie Boys var, Massive Attack var, Radiohead var... Fakat bu var dediklerimin fiyatları 28 milyonla 32 milyon arasında değişiyor.
Yani öyle ‘Aman onu da alayım, bunu da alayım’ diyemiyorsunuz.Bir başka problem de, albümlerin neredeyse tamamının evde CD şeklinde kuzu kuzu yatıyor olması.Massive Attack’ın ‘Blue Lines’ını almamak için kendi elime vurmak zorunda kaldığımı söyleyeyim siz anlayın. Tezgahtar ‘Ağbi kafayı sağlam sıyırmış’ diyerek başka yöne baktı zaten elime vurunca.Sonra kendimi ‘Her ay bir tane alırım. İyi bir insan olursam iki tane alırım.
Çok iyi bir insan olursam üç tane... 10 numara bir insan olursam dört...’ diyerek sakinleştirdim ve bir albüm alarak dükkanı terk ettim.
Şu sıralar aslan pikabımla mutluyum. Çıtır çıtır dönüyor dünya...

Kanat Atkaya / Hürriyet

Tom Miks'in tabancası

Hatırlıyorum: Sapanlarımız vardı. Aşılanmamış, yabani incirleri toplardık. Bunlar kolay kolay dağılmayan, lastiksi yapıda incirlerdi. Onları sapana takar, pata küte birbirimize savururduk. Artık kimin neresine gelirse...
Hatırlıyorum: Küçük taşları toplar... 20-30 metre açılır. Birbirimizi taş yağmuruna tutardık. Kafamıza gelip kanattığı çok olmuştur!
Hatırlıyorum: Ağaç dallarından yay yapardık. Gazoz kapaklarını ikiye katlayıp okların ucuna mıhlardık. Bu okları birbirimize fırlatırdık.
Hatırlıyorum: Çocuk filmlerine giderdik. Mesela Tarzan'a... Tarzan kötü adamları fena halde pataklardı. Bayılırdık. Sinemayı dolduran bütün çocuklar alkışlardı.
Hatırlıyorum: Teksas okurduk. Çelik Blek bir yumrukta iki kırmızı urbalıyı birden devirirdi. Tom Miks çok hızlı silah çekerdi.
Soracaksınız: Bunları niye hatırladın? Dün bir köşe yazarı... İsmi lazım değil çünkü bu tip abuk lafları eden çok...
Şöyle demişti: "Biz küçükken böyle değildik. Şimdiki çocuklar gibi şiddetin esiri olmamıştık."
Palavra!
Gerçek ya da simgesel şiddet her zaman çocukların yaşamında olmuştur.
Emre Aköz / Sabah

Gırgır


1980 askeri rejiminin muhalif basını soluksuz bıraktığı yıllar, demokrasiye dönüşün ürkek tartışmaları içinde Konsey'de görevli generalin ayakkabısının bağcığıyla uğraştığı 'ters açı' fotoğrafın uyarı hatta gazete kapatılma nedeni sayıldığı günler.

Sözün, yazının yetersiz kaldığı o dönemde mizah devreye giriyor.Gırgır dergisi, çıktığı andan itibaren siyasi eleştiriye yer veren, kapak konusu Türkiye'nin gündemi olan bir mizah dergisi. Muhaliflik genlerinde var. Ancak Gırgır en büyük patlamayı 1980 sonrasında yapıyor.
Özal'lı yıllarda ise haftalık tirajını 600 binlere çıkararak, dünyanın 3 büyük mizah dergisinden biri haline geliyor.Gırgır'ın yaratıcısı, usta çizer Oğuz Aral'ı kaybettik.
Leman dergisi, ustanın fotoğrafının altına 'Bizi bir büyük mesele ve ekmek sahibi yaptı. Başımız sağ olsun' yazarak siyah kapakla çıkmış.Oğuz Aral bir ekoldü, sadece kendisinden izler taşıyan bir çizer kadrosu yetiştirmekle kalmadı, 1980'lerde Gırgır dergisi okuyarak dikta ya da tek parti dönemlerinde bile muhalif olmanın ne anlama geldiğini öğrenen bir okur kitlesi yarattı.
Haftalık dergisinde kendisiyle yapılan son röportajda Oğuz Aral, 1950'li yıllardan bu yana medyanın geçirdiği değişimi şöyle anlatıyor:'Artık gazetecilik pahalı bir iş haline geldi. Eskiden üç beş kuruş para bulup, iki bobin kağıda gazete çıkardı. Bütün o eski ve ünlü gazeteler çok az parayla çıkmıştır. Ama gazetecilik artık yabancı girdileri, yüksek tirajları, hızlı makineleri, ofset baskıları içinde barındırıyor.
Gazeteleri öyle bir hale getirdiler ki, satıştan değil ancak ilanla ayakta duruyor. Mecburiyet, zorunluluk ve çaresizlik başlıyor. Belki de Gırgır'ın en büyük başarısı ilansız ayakta duran o zamanın ilk yayını olmasıdır.Gırgır'ı çıkarırken bir gün Haldun Simavi ile oturuyorduk. Günaydın'ın üçte iki tiraj kaybettiği, bizim ise 600 bin sattığımız Turgut Özal'ın başbakanlık yılları. Bana, sen bindirdikçe tiraj alıyorsun, biz yaladıkça düşüyoruz dedi. Bu kadar basit. İktidar beslemesi ile gazetenin ayakta durması imkansızdır.'
Gazetecilik ilişkiler mesleğidir. Yaratıcılığı sağlayan, ortamlardır. Geçmişin gazete binaları, 'labirent'lere benzemezdi, Oğuz Aral 'Ben masamdan yazı işleri müdürüne, manşete ne gireceğiz diye bağırırdım' diye anlatıyor. Babıali kuşağını buluşturan Sirkeci lokantaları ve meyhanelerinin 'akademi' gibi olduğunu anımsatmış: Melih Cevdet'ten, Orhan Kemal'e, Yaşar Kemal'den, Bedri Rahmi Eyüboğlu'na uzanan dostluklar.
Günümüzün Laila'sına benzemeyen sıcak insani ilişkiler.Oğuz Aral, Babıali'nin mesleki değerlerine ve 'muhalif duruşu'na özlem duymakla birlikte Gırgır'da topladığı yazar çizer kadrosuyla, karikatürü yeni kuşaklara sevdirmeyi başarmış,
Türkiye'nin en genç okur kitlesini yakalamayı bilmişti.
Güle güle büyük usta.

Derya Sazak / Milliyet

Heidi’yi özledim

‘Alpler’de Heidi misali’Geçenlerde bir dergide gördüm bu başlığı... Ve o an bittim. Nasıl anlatayım... Öyle isterdim ki şimdi yazar olmayı... Duygularımı şuraya ustaca dökebilmeyi... Kendi imkánlarım dahilinde anlatmaya çalışacağım mecburen.Hani hepimizin içinde bir ‘gitme’ isteği vardır... Zaman zaman depreşen... İşte beni o duyguyla ilk defa Heidi adındaki o küçük kız tanıştırmıştı. Dağların kızı Heidi.
Belki de onun için hálá ‘gitmek’ istediğimde hep dağlar gelir aklıma. Denizi onca sevmeme rağmen.Zaten dağlarla ilk tanışmam da Heidi sayesinde olmuştu. Yoksa İzmir’de küçük bir çocuk ne bilecek başı bulutlara karışmış dağları... Gördüğü, Küçük Yamanlar’la Büyük Yamanlar. Bir de annesinin tepesine bakıp hava tahmini yaptığı Çataltepe.
Götürüp koysanız Alpler’in yanına, çakıl taşı gibi kalır üçü de.*Heidi... Tanıdığım ilk ‘özgür kız.’ Yerinde olmak istediğim ilk ve tek masal kahramanı.Kaç defa okudum hikáyesini bilmiyorum. Bildiğim, dedesinden ayrılışına her seferinde aynı şiddetle ağladığım.
Televizyonda çizgi filmi yayınlandığında artık Heidi kadar çocuğu olacak yaştaydım herhalde ama aynı zevki aldığımı hatırlıyorum.Şimdi bulsam kitaplarını veya televizyonda başlasa yeniden... Yine aynı heyecanı duyarım gibi geliyor. Yani inşallah.
Hiç istemem doğrusu artık benim için bir şey ifade etmediğini görmeyi. Gerçi hiç sanmıyorum. Öyle olsa adına rastlamak bile içimi cız ettirir miydi bunca...*Bakın şimdi size abartı gibi gelecek ama...
Çocukluğunda bütün masal kahramanları içinde en çok Heidi’yi sevmiş olanların arasından ‘kötü insan’ çıkması mümkün değildir diye düşünüyorum.Evet, kendime de pay çıkarıyorum. Belki öteden beri yaşlılara özel bir sevgim saygım olması Heidi sayesindedir. Hatırlar mısınız ne çok severdi Peter’in büyükannesini...Mesela çocukluğunda Heidi’yi okumuş, seyretmiş biri dedesinden ‘dinozor’ diye bahsedemez. Yani bana öyle geliyor.
Kuzuları sevmemesi de mümkün değildir. Kelebekleri, kuşları da...*Ne üzülürdüm Heidi diye birinin yaşamadığını düşündüğümde... Peter’in, Peter’in ailesinin, Clara’nın, hatta onun otoriter mürebbiyesinin bile gerçekten bir yerlerde var olduğuna inanmak isterdim. Hele Heidi’nin dedesi...
O ‘büyükbaba’ derdi ona. Filmlerdeki Hulusi Kentmen’e benzetirdim. Dışı sert, içi yumuşak.Bu yaşa geldim, hálá Heidi’yi bulma umudu var içimde. Onun için heyecanlandım ya ‘Alpler’de Heidi Misali’ başlığını görünce...
Şimdi biri çıkıp ‘Seni Heidi’ye götüreceğim’ dese, hani bindiği kıytırık kayıkla okyanusları aşıp Amerika’ya varacağını düşünen ilticacılar gibi peşine takılırım. Vallahi yaparım.
Bu yazının mesajı...Yok aslında. Heidi’yi özlediğimi fark ettim, canım ondan söz etmek istedi, yazdım. Bu kadar.Ama mesajsız olmaz diyenler için...
Masal, çizgi roman, film, şu bu deyip geçmeyin! Şekil A’da görüldüğü gibi çocukları ölünceye kadar etkileyebiliyor.

Pakize Suda / Hürriyet

80’lerde devr-i álem...

Geçtiğimiz haftasonu, yoğun bir telefon ve mesaj trafiği yaşadık: ‘Laura Branigan ölmüş abi, başımız sağolsun...’
‘Dostlar sağolsun...’‘‘80 ergenleri için matem günü...’‘Canlar sağolsun...’Hazırlık senesinin kapanış töreninde, yani ‘83-’84 eğitim döneminin nihayetinde, bizim tayfanın, taytları ve tozlukları çekip Self Control eşliğinde, komik ötesi bir koreografiyle yaptıkları o dansı düşünüyorum da...
Şimdilerin ‘Degajeme gel!’ muhabbeti eden 10 küsur yaş çocuklarını biraz biraz anlayabiliyorum şu erken kocamış dinozor aklımla.
Orta 2’de verdiğimiz ev partilerinde annemin döpiyeslerini giyer, kuaföre fön çektirmeye giderdim.Sonra yıllar içinde, azala azala, süsten püsürden arına arına öyle bir kıvama geldim ki ben diyeyim odun, siz zerafet gösterip deyin, kalas...
O zamanki abartıdan kaynaklanan tepkisel bir savunma mekanizması geliştirmiş herhálde bünye...Allah’ım, nasıl rüküş ve ne kadar özentiydik.
Ah o Impulse yılları: ‘Bir gün tanımadığınız bir erkek size çiçek verirse sakın şaşırmayın!’Ah o acayip, yürürken düşen vatkalarını peşinden gelen adamların uzattığı ve yerin dibine geçtiğin, gerzek ergen yılları...
Yahu o koket 80’lerden sağ salim çıkabildik ya, bize karada ölüm yok demektir. diye düşünürdüm hep...
Oysa birer birer gidiyorlar: Falco, Ofra Haza, Mel&Kim’in Melaine’si filan derken, Laura Branigan da ‘göçmüş 80’ler yıldızları bahçesi’nde yerini aldı işte.Beyin anevrizmasından ölmüş; uykusunda... Hepi topu 47 yaşında...
Ben 12 Eylül 80 ihtilálinde sekiz yaşındaydım. Ondan birkaç ay evvel bir banka soygununda teyzemle birlikte çapraz ateş arasında kaldığımı hatırlıyorum.Karartma gecelerini ve gaz lambası ışığında edilen sohbetler sırasında dışarıdan gelen çığlıkları, kurşun ve koşuşturan ayak seslerini...
Hava karardıktan sonra sokakta olmanın devlet müsaade etse bile anne-baba tarafından yasaklandığı günleri...Kenan Evren’in her Allah’ın akşamı, televizyonda beliren ve siyah-beyaz ekrandan bile haki rengi netekim seçilebilen üniformalı suretini...
Sonra?.. Sonrası bir şuursuzluk tarihi...Özal’ın ‘değiş tonton’ seneleri...Vatkalar, kalkık yakalar, kırpık ve mandallı saçlar, fuzolar, külotlu çorap üzerine şoset çoraplar, streç kotlar...Papatyalar, gömlek cebinde Marlborolar, Seren Serengil’in Özal’ı pek takdir etmesine vesile olan, benzincilerde satılan şampanyalar...
Samantha Fox, CC Catch, Sandra, Opus...Touch Me’ler, Maria Magdalena’lar, Life is Life’lar...Susalım, hiçbir boku sorgulamayalım ve ‘hadi Semra, koy şurdan bir kaset de neşemizi bulalım’ demleri...
80’lerde ergenlik dönemini geçirmiş ve kafa karışıklığı tüm ömrüne tebelleş olmuş insanlardan başka kimselerin öyle kolay kolay anlayamayacağı; ‘Esas kayıp kuşak biziz be!’ hálleri...Laura Branigan ölmüş...
Laura Branigan, George Michael, Robert Palmer, Whitney Houston ile filan birlikte, yine de kulağa iyi gelen isimlerden biriydi. Solo kariyerine başlamadan önce Leonard Cohen’in vokalistiydi; tanımayanlara belki bir fikir verebilir.
Gloria, dalga geçilebilemez derecede iyi bir pop şarkısıdır; yetmiyorsa, üzerine bir de hasbelkader ‘sosyal içeriklidir’ bilenler bilir...
Nasıl bir onyıldıysa o, bana hálá dün gibi gelir.Hayatımda işti, aşktı, aileden ayrılmaydı, ne varsa 90’larda gerçekleştiği hálde, sanki 90’ları hiç yaşamadım ve beş yıl öncesi, atıyorum, 1987...
Vay be... Laura Branigan ölmüş.
Bizim kuşağın ve Flashdance’in başı sağolsun...
Allah George Michael’a ve Simon Le Bon’a uzun ömürler versin...

Ebru Çapa

Hiç bir seleye oturup meçhule gittiniz mi?

Geçenlerde bir sohbette laf yoldan, yolculuktan açılınca 40'larının başında bir dostum 50. yaşgünü için yaptığı plandan söz etti:
Yarım asrı devirdiği gün, küçük kızı da üniversiteyi bitirmiş olacaktı. İşte o gün üç arkadaşıyla birlikte bir tekneye atlayacak, rüzgârın peşi sıra yelken açacaklardı.
Tam bir yıl...
Çoğunlukla başkaları için yaşanmış yarım asrın sonunda bir yıllık bir mola...
Onun bu düşünü tartışırken, yine 40'larının başında bir anne, "Benim de motosikletle Ortadoğu turu projem var" dedi. O da oğlunu ve eşini bir süre bırakıp bir motorun selesinde hayatını yaşayacaktı.
Ama sofradan gelen bir soru, hayali böldü:
"Bavulunu nereye koyacaksın?"
Doğrusu can yakıcı bir soruydu.
Öyle ya, ömrüyle birlikte bavulu da doluyordu insanın; konfor ihtiyacı da yaşıyla beraber büyüyordu.
Motor terkisinde özel şampuana, cilt kremine, makyaj malzemesine yer olmuyordu.
Everest'in yayınladığı Che Guevara'nın "Motosiklet Günlükleri”nden söz etmenin tam sırasıydı.
* * *
Latin devriminin yakışıklısı, 23 yaşındayken yakın bir arkadaşıyla birlikte, motorla Güney Amerika'yı boydan boya katetmeyi kafasına koymuştu.
O yaşlarda tıp fakültesini bitirmek üzereydi. Giderken, okulunu, istikbâlini, ailesini ve ilk aşkını ardında bırakmıştı.
Bir gün babasına "Ben Venezuela'ya gidiyorum. Bir yıl orada kalacağım" demişti.
Babası şaşkınlık içinde "Kız arkadaşın ne olacak" diye sordu; "Beni seviyorsa bekler" dedi Che...
Sevgilisine veda armağanı olarak bir köpek götürdü, adı "Geri-dön"dü. Günlüğüne o anki duygularını bir Latin şairiyle yazdı:
"Kalbim o dilberle sokak arasında/ salınıyordu bir sarkaç misali..."
Günlük, sonrasını şöyle yazıyor:
"Ağzımda veda etmenin yarı acı, yarı tatlı tadıyla, kendimi daha ilginç şeyler yaşayacağıma dair hayaller kurduğum yeni diyarlara kalkan serüven rüzgârlarına teslim ettim.
* * *
Nasıl da herşeye boş vermeye çağıran bir haytalığı, bir vurdumduymazlığı, bir bencilliği var yolculuk fikrinin...
Bir kez yollara düşmeyegör, derhal bir yaşam biçimine dönüşür.
Teker döndü mü artık "Geri-dön"üp yerleşmek, uzlaşmaktır.
"Motosiklet Günlükleri”ni okuduktan sonra bu yolculuğun sonuçta Ernesto'nun hayatına malolduğunu anladım.
Çünkü "seyahat" virüsü girmişti bir kez kanına...
Fidel'le tanışıp Küba devriminin hizmetine girdikten sonra da yolculuğunu dağlarda gerilla olarak sürdürmüştü.
Devrimi kazanıp da sıra koltuğa oturmaya gelince göçer damarı tutmuştu. Onun ütopyası, koltuğa oturmak değil, koltuksuz bir dünya yaratmaktı çünkü...
Kişiliğini bir motor selesinde şekillendirmiş olanlar için koltuk eksiklik değil, fazlalıktı.
Ayrılıp yeniden dağlara dönmek istediğini söyledi Fidel'e...
Fidel kaldı ve devlet adamı oldu.
O gitti, öldürüldü ve efsane oldu.

Bugün ölümünden 35 yıl sonra hâlâ bütün dünyada devrimin simgesi olarak selamlanıyor, adına şarkılar yakılıyor, resimleri tişörtleri süslüyorsa bu, biraz da onun medeniyet zincirlerini parçalayan göçmen ruhunun eseridir.
İşin sırrı, geçmişi ve gelecek hayallerini bir anda sıfırlayabilip bir motosikletin selesinde bir dostun beline sarılıp açılabilmektedir.
Koltuğa yerleşmeden, 50 yaş beklemeden, bavul iteklemeden...
Önünü ardını bilmeden, motoru hesapsız bir yarına doğru sürebilmektedir belki de mutluluğun sırrı...

Can Dündar /
http://www.candundar.com.tr/

Bırak elimi artık Nilüfer!

Elimde bir eski resmin
Karşımda son mektubun var
Şarkılarda senin ismin
Etrafımda yabancılar.
Ağlıyorum yine gündüz gece
Son bir kere göremedim seni diye
Çekilip bir köşeye ağlıyorum yine..'

Bunu bir kere daha yazdığımı hatırlıyorum ama başka çarem yok. Mapusta hayata yeniden dönüşüm böyle başlamıştı.
O zamanlar Mireille Mathieu'nün ‘‘Acropolis Adieu’’ şarkısını pek seviyordum. Mathieu bana Edith Piaf'ı hatırlatıyordu.
Elbette bir Piaf değildi ve hiç olamayacaktı; ama hatırlatıyordu.
Ve ‘‘Acropolis Adieu’’de, hâlâ çözemediğim bir büyü vardı.

Hapse düşüşümün ilk aylarıydı. Mevsim bahardı. Ben Sağmalcılar Cezaevi'nde sol müşahede bölümünün bir hücresindeydim.
Bölümde benden başka otuz dokuz kişi daha vardı. Onlar da hücredeydiler.
Hücrelerin kapısı hiç açılmazdı. Gardiyanlar yemeği demir parmaklıkların arkasından tabaklarımıza boşaltırlardı.
Yemeklerin bir kısmı bu yüzden mutlaka demir raylara dökülürdü. Ben çorbamı kaşıklamadan önce bir bezle rayları silerdim.
Sonra arka bölmedeki lavabo-tuvalette bezi bir güzel yıkar, parmaklıklara asardım.
Ve akşamları yüzlerini göremediğim otuz dokuz arkadaşa şarkılar söylerdim.
Bazen de onlara Nazım'ın ‘‘Saman Sarısı’’ şiirini okurdum.
Şiir tamı tamına 45 dakika sürerdi.
‘‘Elleri gümüş şamdanlarda mumlardı.’’

Sonraları bir gün babam transistörlü ufak bir radyo yolladı.
İyi çeksin diye onu hücremin parmaklıklarına asardım. Haberler dışında müzik de arardım.
Bir akşam radyonun düğmesini açtım ve o anda dünyam değişti.
Olağanüstü bir kadın sesi, Türkçe, ‘‘Acropolis Adieu’’yü söylüyordu. Üstelik şarkıdaki büyüyü daha da gizemli hale getirmeyi biliyordu.
O Nilüfer'di. Nilüfer'in sesiydi.

O zamanlar Ayşe'ye âşıktım. Ama o beni hapse girer girmez terk etmişti.
Bana bir de veda mektubu yazmıştı. Ama mektup bana gelmemişti.
Doğruca sıkıyönetimin ‘‘yazılı deliller’’ dosyasına girmişti.
Af çıkmasa bir de aşktan yargılanacaktım.
Nilüfer'i dinlerken bu yüzden ağlamıştım.
‘‘Elimde bir eski resmin
Karşımda son mektubun var.’’
Ayşe'nin eski resmi bile yoktu. Son mektubu da sıkıyönetim dosyasındaydı.
Nilüfer'in bu şarkıyı da içeren ‘‘Yeniden Yetmişe’’ CD'sini masamda bulduğumda dünyam yeniden değişti.
‘‘Bırak yakamı artık Nilüfer’’ diye mırıldandım.
Sonra ‘‘O kırık aynada’’ kendimi gördüm.
‘‘Dünya dönüyor, sen ne dersen de/Yıllar geçiyor fark etmesen de...’’
Artık bunu fark etmeye başlıyordum.

Yavuz Gökmen / Hürriyet

Bin plak Bin kapak

Koleksiyon yapmak gayet normal bir alışkanlık. Boş vakitleri değerlendirme kontenjanından hayatımıza giren koleksiyonerlik, kimi zaman insanın hayatının merkezine de yerleşebiliyor. Tıpkı Michael Ochs örneğinde olduğu gibi... Ochs müzik albümü biriktiriyor. 1950'lerin ortasında, daha 45'liklerin 89 cent, uzunçalarların 3 dolar 98 cent'e satıldığı dönemde plak biriktirmeye başlayan Ochs'un bugün 100 binin üzerinde cd, albüm ve 45'liği bulunuyor.
Beatles'ın 1967 tarihli ‘‘Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band’’ albümü müzik tarihinin en önemli albümlerinden biri olmasının yanı sıra, kapağı en fazla akılda kalan albüm olarak da tanınıyor.
Tabii bu arada The Liverpools gibi bazı uyanıklar da ‘‘Beatle Mania! In The U.S.A.’’ gibi Beatles taklidi albümler de yaptılar. Bazı rock yıldızları üşenmeyip albüm kapaklarını bizzat çizdiler. Bob Dylan'ın 1970 tarihli ‘‘Self Portrait’’i ve Cat Stevens'ın 1971'de çıkarttığı ‘‘Mona Bone Jakon’’ bu kategoriye giriyor. Velvet Underground ve Nico'nun 1967'de piyasaya çıkan ‘‘Andy Warhol’’ adlı albümünün kapağında, adından da anlaşılacağı üzere Andy Warhol'un meşhur muz figürü bulunuyor.
Hiç evlenmeyen Ochs tek aşkının müzik olduğunu, plaklarını da çocukları olarak kabul ettiğini söylüyor. Popüler müzik tarihiyle paralel bir hayat yaşayan Ochs, ‘‘1000 Albüm Kapağı’’ adlı kitabının önsözünü ‘‘Umarım sevdiğim albümlerin kapaklarını, onları toplarken aldığım keyifle incelersiniz’’ sözleriyle noktalıyor.
Dünyanın en zengin arşivlerinden birine sahip olan Ochs, en favori plaklarından 1000 tanesinin kapaklarını kitaplaştırdı. ‘Aldığım ilk 45’lik Bill Doggett’in ‘Honky Tonk’uydu’ diyen Ochs, daha sonra müzik marketlerden plak çaldığını da itiraf ediyor.
Eşinin adı: Müzik Çocukları: Plaklar
Michael Ochs ve rock'n roll'un arkadaşlıkları başladığında ikisi de henüz çok gençti. Beraber büyüdüler desek, yeridir yani... 1950'lerin hemen başında tanıdığı yeni arkadaşını tanımak için elinden geleni yapmış biri Ochs. Çıkan her şarkıyı dinlemeye ve çoğunu da biriktirmeye çalışmış. Bugün 100 binden fazla albümden oluşan koleksiyonu dünyanın önde gelen kişisel arşivlerinden biri olarak gösteriliyor.
Michael Ochs, yıllar sonra bir yayınevi tarafından ikna edildi ve koleksiyonundan elleri titreyerek (gözlerimizle görmüş değiliz ama öyle tahmin ediyoruz) ve geride bıraktıkları için üzülerek seçtiği 1000 albümün kapağını, çok yaratıcı (!) bir isimle ‘‘1000 Albüm Kapağı’’ adı altında kitaplaştırdı.Ochs'un müzikle aşkı anne ve babasının aldıkları Louis Armstrong, Julie London, Doris Day ve Louis Prima gibi isimlerin plaklarını dinlerken başlamış.
İlk pikabına kavuştuğunda da plak satın almaya başlamış. O dönemde 45'liklerin 89 cent'e, uzunçalarların ise 3 dolar 98 cent'e satıldığını söyleyen Ochs, 50 cent olan haftalığını biriktirerek arşivinin temelini atmış. Ochs müzik yüzünden kötü yola da düşmüş.
Kendi ağzından dinleyelim: ‘‘İki haftada bir 45'lik almak kesmiyordu. Ben de çalmaya başladım. Müzik marketlerin plak dinleme odalarına 3-4 plakla girip, birini yürütüyordum. Bu kötü alışkanlığım yakalanana kadar devam etti. 'Letter To An Angel' adlı şarkıyı radyoda duymuş ve vurulmuştum. Muhakkak benim olması gerekiyordu. Mağaza boştu. Bu da risk anlamına geliyordu. Bu riski göze aldım ve tabii ki yakalandım. Beni affettiler ama babamı çağırıp durumu bildirdiler. Babam önce kızdı, sonra da bir tavsiye de bulundu.
Gençliğinde parası yetmediği zamanlar juke-box'larda, yani otomatik müzik makinelerinde kullanılmış plakları satın ladığını söyledi. Ben de aynı yöntemi uyguladım. Böylece 25 cent'e bir plak alabiliyordum.’’45'liklerden eski tabirle 33'lüklere yani uzunçalarlara geçişi Elvis Presley sayesinde olmuş. Daha fazla müzik anlamına gelen uzunçalarlarla birlikte hayatına devam eden Ochs, lise bitirme ödevinin konusunu bile rock'n roll'la bağlantılandırmış: ‘‘Rock'n Roll Savunması’’...
Üniversite yıllarında hippi olarak takılan Michael Ochs, bu arada çeşitli dergilerde müzik üzerine yazılar yazmış. Üçüncü makalesinin ardından da Columbia Records tarafından, haftada 200 dolar maaşla işe alınmış. İşi plak şirketinin halkla ilişkiler departmanında oturmak ve müzik dinleyip fikir belirtmekmiş.Ochs, o dönemi ‘‘Bana müzik dinlemem için para ve plak verilmesi, dünyada başıma gelebilecek en güzel şeydi. İnanamamıştım’’ diyerek anıyor.
Diğer plak şirketlerinden arkadaşlarıyla ‘‘Al sana Miles Davis, ver bana Bob Dylan’’ fikrine dayanan bir tür şebeke kuran Ochs, arşivini bu dönemde bayağı büyütmüş. Okulun ardından müzik piyasasına iyice yerleşen Ochs, popüler müzik tarihinin birinci dereceden tanığı olarak yaşamış. Rock'ın doğumunu, emeklemesini, delikanlılığını (ve orada kalışına... Biliyorsunuz rock'n roll aynı zamanda sonsuz gençliktir) hep ‘‘olay yerinde’’ izlemiş.1976 yılında plak şirketinin fazla ilgilenme dediği Freddy Fender'in albümüyle fazla ilgilenince ABC Records'taki işinden olmuş. Bu arada hemen belirtelim Fender'in söz konusu albümü ‘‘Before The Next Teardrop Falls’’, altın plağa hak kazanmış bir albüm. Fender da zaten ‘‘Sen olmasaydın bunu alamazdım’’ deyip, altın plağı Ochs'a hediye etmiş.
Ochs artık plak şirketlerinde çalışmak istemediğine karar vermiş ve müzikle ticari bir evlilik yapıp ‘‘Michael Ochs Arşivi’’ni kurmuş. Ochs yıllarca biriktirdiği plak, fotoğraf, konser programı gibi materyallerin ticaretine başlamış. Ochs ‘‘Bazen Tanrı'nın bana 'Şimdi evli ve çoluk çocuk sahibi bir adam olabilirdin' dediğini duyuyorum.
Ama müzik benim eşim ve plaklarım da çocuklarım’’ diyor.Cd'lerin çekimine kapıldığını ama hala plakları tercih ettiğini söyleyen Ochs, bu kitabı tamamladıktan sonra arşivini satmayı düşünmüş.
Ama tam o sırada eline yıllardır aradığı bir albüm, Little Willie John'un ‘‘Fever’’ı geçince bir anda kendine gelmiş ve ‘‘Aşkı parayla değerlendiremezsin’’ deyip 1 milyon dolardan aşağı değer biçilmeyen arşivini satmaktan vaz geçmiş.Michael Ochs'un uzun öyküsünden buraya ancak küçük notlar aktarabildik.
Her müzik tutkunu Ochs'un aşkını ve tutkusunu anlayacaktır.
Dışarıdan biraz anormal gibi gözüken bu merak, aslında dünyanın en normal ve en güzel aşklarından birinin göstergesi:Müzik aşkının...

Kanat Atkaya / Hürriyet

Hasta Siempre!

Nathalie Cardone adlı bir genç kadındı. Fransız uyruklu olduğu söyleniyordu ama şarkı İspanyolca'ydı. Şarkının adı ‘‘Hasta Siempre’’, yani ‘‘Sonsuza Kadar’’dı. ‘‘Sonsuza kadar’’ iddialı olduğu kadar önemli bir kavramdı.
Şarkıdan birkaç sözcük dışında tek kelime bile anlamıyordum. Sadece TV'de rastlarsam, şarkının muhteşem klibini izliyor ve Nathalie'yi vücudunun her zerresiyle yudumluyordum.
Klipteki dans sahnesini unutamıyordum. Bir de Nathalie'nin diğer kadınlarla birlikte çamurlar içinde çıplak ayaklarıyla yürüdüğü sahneyi.
Bu sahneyi hafızama kaydediyor ve tekrar tekrar yaşıyordum.
Sonra Ernesto Che Guevara'nın öldürüldükten sonra çekilmiş, gözleri açık fotoğrafı ekrana geliyordu. Fotoğraf siyah-beyazdı.
Che bu fotoğrafında bile değme canlıdan daha canlıydı.
Nathalie fotoğraf ekranda iken şöyle diyordu:
‘‘Hasta Siempre commandante.’’
Bu ‘‘sonsuza kadar komutan’’ demekti.

Hasta Siempre'nin bir CD'sine rastladım. Bir arkadaşımla birlikte doyasıya dinledik.
Ondan ayrıldıktan sonra CD'yi her tarafta aradım, bulamadım.
CD'de, şarkının her türlü versiyonu vardı. Çeşitli çalınışları ve Cardone'nin söyleyişi vardı.
Sonra İstanbul Galleria'da bir müzik dükkânında sordum. Genç bir delikanlı elime bir CD tutuşturdu.
CD'ye baktım. Üzerinde ‘‘Dünya devrim şarkıları 2’’ yazıyordu.
‘‘Bu değil’’ dedim. ‘‘Ben Hasta Siempre CD'sini arıyorum.’’
‘‘İkinci ve on yedinci parçalar Hasta Siempre'dir’’ dedi. İkinci parça Nathaile Cardone'nin söylediği şarkıdır. On yedinci parça da enstrümantal biçimidir.''
CD'yi satın aldım. Diğer parçalara bakmadım.
Eve dönünce ilk işim CD'yi müzik setine koymak oldu.
CD'de zaplamayı sevmediğimden sabırla ikinci parçayı bekledim.
Evet oydu ve gözlerimi kapatıp dinledim.

Sonra parçalar arka arkaya aktılar. ‘‘We shall over come’’ ve ‘‘Enternasyonal’’e eşlik ettim.
Derken, Bella Ciao başladı. İtalyanca değil, İspanyolca söyleniyordu. Çaresiz susup oturdum.
Sonra sıra on altıncı şarkıya geldi. Ortalığı çok tanıdık, bildik bir lisan kapladı.
Bu benim ana dilimdi. Melek Hanım'dan kusursuz öğrendiğim dildi.
En ufak bir aksanı olmayan dildi. Sevgili Türkçem'di.
‘‘Günlerin bu gün getirdiği, baskı zulüm ve kandır
Ancak bu böyle gitmez, sömürü devam etmez...’’
‘‘1 Mayıs Marşı’’ydı.
Ben bu marşı çok seviyordum.
‘‘Sonsuza kadar’’ sevecektim.

Yavuz Gökmen / Hürriyet

Büyüsünü yitiren dünya

Çocukluğumun portakal ve muz kokulu kasabasını nasıl unuturum?
Gayrak çakıllı sokaklarından su akar, inek ve eşek geçer, ama pek araba geçmezdi.
Zaten bütün kasabada durmadan bozulup duran iki kamyondan başka motorlu araç yoktu.
Yaylaya göç hazırlıkları haftalar önce başlardı. Çörekler açılır, denkler hazırlanır, helvalar yapılır, kervanın hayvanları peylenirdi. Denkler develere, katırlara yüklenir, eşeklere ve atlara binilir, uzaktan yankılanan bir türkünün eşliğinde alacakaranlıkta yola düşülürdü.
Sarp ve ince yoldan geçebilmek için hayvanların bütün dikkatlerini ve maharetlerini sonuna kadar kullanmaları gerekirdi.Her dönemecin, her yokuşun, her belin kendisine göre bir öyküsü, menkıbesi vardı ve yeri geldikçe onlar anlatılarak yola devam edilirdi.
Bazı yerler şeytanlıydı, bazılarında hortlaklar gezinirdi, bazıları yırtıcı hayvanların tuzak kurduğu köşelerdi.
Büyülü bir dünya içinde gece konaklayacağımız yere varır, yıldızların altında yataklarımızı serer, ateşimizi yakar ve gerçeklerle düşlerin birbirine karıştığı gölge oyunları, ses yankılanmaları arasında uykuya varırdık.
İkinci gün akşam vakti yaylaya ulaşmış olurduk.Kırık dökük kamyonların da yaylaya kadar tırmandığı olurdu. Kamyonu görünce bütün çocuklar bağırarak aracın peşinden koşar, uygarlığı selamlardı. Kamyon demek, aynı zamanda özgürlük ve macera demekti. Bilinmedik yerlere gidip, kentleri görebilmek demekti.
Çocukların çoğu 'muavin' (sürücü yamağı) olmayı hayal ederlerdi. Tüm yaşamlarında ulaşabilecekleri en üst mertebenin 'muavinlik' olduğuna inanmışlardı.
Ben kentten geldiğim için biraz mesafeli davranırlardı bana. Kent hakkında sorular sorarlardı. "Mersin'de yollar tahtadanmış, essah mı?"
"Yok, oranın yolları da çamurdan," demeye dilim varmazdı işte, övünmek için olmalı,
"He ya" derdim, "bizim orada yollar tahtadan yapılır."
Sonra içimi bir korku kaplardı, ya gider de yolları görürlerse, yalanım şıp diye meydana çıkmaz mıydı?
Şimdi zaman geçti, çocukluk kasabamın yolları asfalt artık. Deniz kıyılarına varıncaya kadar her yer apartman, apartman, apartman.
Portakal bahçeleri, muz bahçeleri katledildi. Her yer araba dolu. Her evde televizyon. Kimse menkıbelere inanmıyor artık. Dünya büyüsünü yitirdi sanki.
Ve insanı yitirdi. Artık insanlar birbirine yardımdan hoşlanmıyor. Paradan başka bir şey düşünmüyor. Her şey pazar ekonomisine endekslendi.
Yaylaya bir saatte çıkılıyor. Çocuklar kamyonların peşisıra bağırarak koşmuyorlar.
Kimsenin birbirine ayıracak zamanı yok. 'Vakit nakittir' artık.
Çağdaş dünyada yitip giden bir şey var.
Büyü müdür, insan sevgisi midir, doğanın ve insanların saflığı mıdır, tam olarak bilemeyeceğim.

Türker Alkan / Radikal

Liman Kahvesi ve eski çocuklar

Liman Kahvesi ve eski çocuklar Öncelikle bir zaman İzmir’de olmuş, bir zaman Kordon’a düşmüş, sarhoş olmuş, son parasıyla Liman Kahvesi’nde çay içmiş, durmuş, gemilere bakmış, ağlamış, gülmüş, oralarda âşık olmuş, sevgili terk etmiş, donup kalmış, anası ağlamış, kararlar vermiş, arkadaşlarla gül gül ölmüş olanlara ve şu anda İzmir’den gitmişlere, bir kötü haber vermek mecburiyetindeyim:Artık Liman Kahvesi yok!
Şimdi artık siz oradan geçince kapılarına tuğla örülmüş bir hiçbir yer göreceksiniz. "Ya geçtik galiba" deyip geri yürüyeceksiniz... Ama artık hiç o kadar geriye gidemeyeceksiniz!
Tipitip’i değiştirmişler bir de. Kargacık burgacık bir memleket insanıyken, cılız, kendi halinde bir karakter iken, semirmiş, bir oto galericisine dönmüş Tipitip. Yarısı ağzımızdan taşarak çiğnediğimiz, yumuşatmak için ağzımızda çevirirken ağzımızda biriken tükürüğü gürültüyle içeri çekmeye çalıştığımız o sakızın, o gizli gizli sevilen kahramanı gitmiş artık. Çünkü her şey şişmanlıyor, değişiyor, paldır küldür devriliyor bu ülkede.
Buna "dinamizm" deniyor. Liman Kahvesi’nin yerine dinamik bir iş merkezi açılıyor.
İnsanların kişisel tarihleri çatır çatır sökülüyor zamandan. Herkes kendi tarihine teğelle tutturulmuş olduğu için, biri ipin ucunu çekiverdi mi, hatıranın yakaları açılıveriyor.
Oysa ne acayip çocuklardık biz.
Hamburgercide buluşmak hâlâ "zengin çocuklarının" yaptığı bir şeydi o zaman. Biz, muzu bitmesin diye yavaş yavaş yiyen çocuklardık.
Tavuk da bir yılbaşı kahramanıydı o zaman.
Anılar 9 kasetlerini, o kasetlerin klişe resimli kaset kapaklarını elden ele gezdirirdik. Hiçbirimiz Anılar 8’in, 7’nin, yani işte önceki sekiz kasedin nerede olduğunu bilmezdik.DJ Hakan Gündüz’ün yüzünü de bilmezdik biz.
O zaman televizyonlar herkesin yüzünü gösteren bir şey değildi daha. Televizyonlar, insanların eteklerinden, pantolonlarından, yakalarından içeri giren bir şey değildi o zaman:
Biz, gazetelerdeki "Sadece arkadaşız" cümlesini gerçek zannederdik.
Big In Japan ile Self Control şarkılarının sözlerini, okunuşlarıyla bir kâğıda yazar, bu işi ciddiye alır, yalan yanlış ama büyük bir disiplinle ezberlerdik.
Biz, radyodaki "Oyun Bahçesi" karakterlerinden şüphe etmeyecek kadar enayi idik. Onlara sinir olmayı, aslında büyüdükten sonra öğrendik.
Her nasılsa aynı ciddiyetle "Penceresiz kaldım anne"yi de dinledik.
Kemalettin Tuğcu’nun akıttığı gözyaşları kurumadan "Gülünün Solduğu Akşam"ı okuyup, sanki her şey bizim suçumuzmuş gibi ağladık."
Biz sanki hep yaşamadığımız, geç kalıp kaçırdığımız "olaylı günlerin" yasını tutar gibiydik. Vatkalı gömleklerimiz, önleri kabartılmış saçlarımız, beyaz çoraplarla giydiğimiz espadrillerimiz, dar paça pantolonlarımız ile babalarımızdan öğrendiğimiz üzere Cumhuriyet’i "dikkatli" okur idik.
Sonra bir gün Aykut Sporel’in öldüğünü, Tipitip’in değiştiğini, Liman Kahvesi’nin kapandığını öğrendik."Sonra büyüdük" diyeceğim ama, biz hiç şimdiki çocuklar kadar hızlı büyümemiştik. Yoksa artık tadını o kadar sevmediğimiz o Alaska Frigoları niye yerdik?
Ece Temelkuran / Milliyet

Babylon notları

Nostalji dünyamızın biricik yalvacı Naim Dilmener dostumuzun davetine icabet ettik ve geçen çarşamba akşamı şu şehr-i İstanbul'un biricik "hasret tapınağı" Babylon'a kendimizi attık.Gördüğümüz manzara şuydu:
Pop tarihçimiz Naim Dilmener, Babylon'un sahnesine "Az sonra herkesi nirvanaya çıkarmaya ant içmiş kutlu bir Hint babası" gibi kurulmuş.Öylesine ciddi, öylesine ağır takılıyor ki sanırsınız çok kutsal bir ayin yönetecek. Oysa yapacağı iş basit mi basit:
Türkiye'nin 30-40 yıl öncesinin duygu dünyasına denk düşen çocuksu, şaşkın, sersem, dünyadan habersiz, hırtlık nedir bilmeyen, şekerleme gibi şarkıları art arda çalmak.
Hadi diyelim ki eski şarkılar gurusu Naim Dilmener olayı abartıyor.
Peki ya Babylon'u dolduranlara ne demeli?
"Baba ya... Hadi álemlere akalım" filan diye konuşan koca koca adamların, "Ah kalbim / Ben senden çok çektim / Söyle nedir bu halin / Valla sen delisin delisin" şarkısı karşısında deliye dönmelerini nasıl açıklayacağız?
Ya da..."Bizimki az önce postalandı birader" ya da "Bugünlerde genç sevgili olayına dalmış bulunmaktayım" filan diye konuşan olgun kadınların, "Ben bu dertten ölürsem / Söyle küçük bey / Hiç mi kalbin sızlamaz / Olmaz böyle şey" şarkısı başlayınca çılgınlaşmaları karşısında nasıl bir izah getireceğiz?
Hadi diyelim ki hepsini bir biçimde anlaşılır kıldık.Peki...Bin türlü fırlamalığın şekillendirdiği "2006 model duygu dünyası"na sahip olmalarına rağmen...
Bir anda her biri "beyaz kelebek" kesilen bu insanlar, neden "Aşk bahçemi süsleyen / İnci çiçeği misin / Gecemi aydınlatan / Ateş böceği misin / Gençlik başımda duman / İlk gençlik ilk heyecan / Kovaladıkça kaçan / Ateş böceği misin" şarkısı çaldığında yerlerinde duramıyorlar?
Feleğin bin türlü çemberinden geçmiş bu adam ve kadınların içlerindeki manasız titreşim de neyin nesi?
Neden 70\'lere ait siyah beyaz fotoğraflar gözlerinin önünde geçit resmi yapıyor?
İspanyol paça pantolonlar, dar kazaklar...
Yani bugün "çok anlayışlı bir gülümseme"yle karşıladığımız dönemin çocuksu aykırılıkları filan nasıl oluyor da bir anda gündeme geliveriyor?
Babylon ahalisinin bakışlarına karışan o "hüzün bulutları" da neyin nesi?
Neden hepsi tepeden tırnağa geçmişe özlem kesiliyorlar?
Yoksa... Engin Baba\'nın dediği gibi: "Ulan yaşlanıyor muyuz ne?"
Ya da...Olay, "Biz büyüdük ve kirlendi dünya" meselesinden mi ibaret?
Belki de işin içinde sadece şu yalın gerçek vardır:
Nostalji ki en vazgeçilmez duygumuzdur.

Ahmet Hakan / Hürriyet

TRT hatıratı...

Robocop gibi olmuşum; uzaktan kumanda, kolumun bir uzantısı haline gelmiş. Bir yandan belgesel kanallarında artık kabak tadı veren ‘Mühendislik harikaları... Mucizevi barajlar... Oha dedirten motosikletler’ gibi programlara söyleniyorum bir yandan kalkıp film koymaya üşeniyorum...Şuursuz akış sırasında beynim bir ara uyarı yolluyor: ‘Usta, göz bir abukluk yapmadıysa, Bir Başka Gece logosu algıladım ben...’ Hemen TRT1’e dönüyorum. Bir Başka Gece geçmiş ama artık çooook eskide kalmış birtakım görüntüler akıp duruyor... Müzeyyen Senar’la Nilüfer düet yapıyor, Nesrin Topkapı göbek atıyor...
Sonra bir yazı beliriyor ekranda: TRT 37 yaşında! Her sene TRT’nin yaş günü duyurularında ‘Vay be! O kadar olmuş ha!’ derim.Fakat bu sene, hazırlanan nostalji dozu yüksek tutulmuş tanıtım filminin de etkisiyle TRT görüntüleri girdabına yakalandım...
Evde her gün 50’nci Yıl Marşı çalıyor. Ayağa kalkıp asker selamı veriyor ve sözleri kendimce yorumlayarak eşlik ediyorum: ‘Müjdeler var, yurdumun toplarına taşına... Geldi cumhuriyetim, geldi Nişantaşı’na...’
Ailemizin, komşularımızın, mahalle bakkalının, öğretmenimizin ve haliyle benim en büyük derdim Dr. Kimbıl’ın egavlanmadan hayatına devam edebilmesi. Bu nasıl ısrarlı bir kovalamacadır mana veremiyoruz. Ama hep kaçsın istiyoruz Kimbıl Abi...Vurdular şerefsiz Ceyar’ı. Ama cavlağı çekecek mi çekmeyecek mi belli değil. Sülalenin en serinkanlı insanı olan dedemin bile tek konuştuğu konu bu.
Anneannemin tül perde alanında bir devrim yaparak Heidi desenli tül alması, açıklanamayan durum olarak aile gündemindeki ikinci madde.
TRT’nin ‘Çocuklara seyrettirmeyin’ uyarılı yayınlarını ilk kez Alfred Hitchcock’un ‘Kuşlar’ını seyrederek deliyorum. TRT’nin uyarısının haklı olduğunu, ne zaman karga görsem beslenme çantamı kafamın üstüne koyarak tepki vermeye başlayınca anlıyorum . Türkiye’de herkesin tanıdığı tek bir popo var, o da Vakıf dizisindeki kadının poposu. Meşhur TRT makasının nasıl olsa gözünden kaçmış. O dönemi hatırlayanların unutması mümkün değildir hálá...
Tarih 31 Aralık 1980. Nesrin Topkapı ekrana çıkan ilk dansöz. Olayın niye bu kadar büyütüldüğünü anlayabilmiş değilim, ama ben de kendimce ilgi gösterme azmindeyim olaya. ‘Kalk dansöz çıktı’ diye uyandırılıyorum, hayal meyal hatırlıyorum o mühim anı...
Henıbıl Heys ve Kid Köri’yi seviyoruz; Bonanza’nın, Kaygısızlar’ın, Görevimiz Tehlike’nin hastasıyız. Mac Milan ve Karısı, Galaktika, Uzay Yolu filan geliyor sonra. Mavi Ay’a kadar gidiyor tabii bu muhabbet. Bayabilir, o yüzden kısa keselim.
Bir kuşak, sadece bir çizgi filmin etkisiyle bir dönemi kollarını ileri geri uzatmak suretiyle konuşabildi. Bu arada ‘Hop hop hop değiş tonton’ diyerek kendini değiştirebileceğine inanan bir arkadaşım bile vardı.
Üç büyüklerin dışında bir üç büyükler listesi yapılsa ortaya şöyle bir şey çıkıyor: Nottingham Forest, Saint Etienne ve Borussia Mönchengladbach.
Bir komşunun ekranın önüne mavi, plastik bir şey koyarak, renkli televizyon elde etme çabası mahallede ‘Büyük fikir’ olarak algılanıyor. Sadece ‘Yav bunun turuncu olanı daha iyi’ diyen ayrılıkçı bir grup var. İlgilenilmiyor...
Bu kadar.
Şimdi televizyonunuzu kapatabilirsiniz!

Kanat Atkaya / Hürriyet

Siyah-beyaz filmlerde yaşamak...

Televizyonlardaki siyah-beyaz Türk filmleri mutluluk aşısı sanki. İnsanı, komşuluğu, dayanışmayı, insanı insan yapan değerleri yeniden sevdiriyor bu filmler. Kötülerin cezasını bulacağına, aşıkların kavuşacağına, yoksullukla zenginliğin sadece birer sıfat olduğuna bütün kalbimizle inanıyorduk.Umut, mutluluk, iyimserlik.
Gerçek böyle değil miydi? Siyah-beyaz Türk filmlerindeki tipler, hepsi birer bilim kurgu romanından perdeye mi yansımıştı ?
Ne çok şey öğrenmişiz biz onlardan. Şimdi farkına varıyoruz. Onları, gerçek hayatımızın aynasıyken, kafamızdaki sanal hayata feda ettik.
Geçmişle bugün birleşiyor onlarda, nostalji aldatmaca bir kavram.Herkes onları seyrediyor, zamanında kadrini bilmediğimiz Türk filmleri.Sinema seven bir arkadaşımın yargısı birden bana yeni bir yorum kapısı açıyor:
Ne güzel günlermiş. Onları seyrederken mutlu oluyorum, içimde umut yeşeriyor, karamsarlıktan kurtuluyorum. Sadri Alışık'ın bir filmini sıkılmadan seyrettim. Biri bana, seyreder misin, diye sorsaydı cevabım hayır olurdu.'
Siyah-beyaz Türk filmleri bizi bizle barıştırıyor. Hepimizin hayatında onların yeri olduğunu geç de olsa öğreniyoruz.Bizi kendi kendimize yabancılaştıran o sahte verniği onlar kazıyor.Arkadaşımın dediği gibi, güzel günler miydi, yoksa sinemamız bize umut mu aşılıyordu? Yapay mıydı? Hayır.
Belgin Doruk'un, Çolpan İlhan'ın, Ayhan Işık'ın, Sadri Alışık'ın rolleri bizi aydınlığa götürürlerdi.Onların insana olağanüstü olumlu enerji yüklediklerini bugün hissediyoruz.
Türk filmleri; soyut bir dünyanın ürünleri değildi, o zamanın toplumunun değerlerini yansıtıyordu. İnsanın insana güvendiği, mahalle denilen güvenli kale içine sığınabileceğini göstermişti.
En önemlisi ve etkileyicisi, oradaki kahramanların hiç biri bencil değildi.
Siyah beyaz filmler belki de düşlerimizin uçsuz bucaksız ülkesiydi. Çünkü rengi kendimiz hayal eder, kendimiz yakıştırırdık.
Yazımı Hüseyin Alemdar'ın bizi zengin çağrışımlara götüren SineMasum şiirinden bir kaç dizeyle noktalamak istiyorum:
'Biz Ş'si mutlu ötesi mutsuz o üç harfiz seninle/günlerimiz dökülmüş an'larımız sımsıkı Yalnızlar Rıhtımı/ Çolpan ile Sadri ki, giderek iki uzak güzelleme ellerimizdeah,birkaç tebessümüm senden, hadi arama gir suflörümle!'

Doğan Hızlan / Hürriyet

'Ahh, nerede o eski günler,' sendromu

Altı yaşındaki kızım bile arada bir "Ah, nerede o eski günler," demeye başladı.
Eskiye özlem, insan doğasının bir parçası olmalı.
Ama iki nedenle 'nostalji muhabbetini' sevmiyorum: Birincisi, ihtiyarlara özgü bir şey durmadan geçmişi anıp durmak.
İhtiyarlık da (kaç yaşında olursam olayım) kendimi koymak istediğim bir kategori değil. İkincisi, bir perspektif yanılgısıyla, önyargıyla veya koşullanmayla her şeyi olduğundan başka anımsayıp değerlendirmek mümkün. O riske girmek istemiyorum.
Buna rağmen, sık sık kendime sormadan edemiyorum: Bu kadar geliştik, ilerledik, zenginleştik, çağdaşlaştık, çoğaldık, büyüdük, güçlendik, askeri deyişle imkân ve kabiliyetlerimiz arttı... Bunlar kuşkusuz ki çok iyi, kimse karşı çıkamaz. Ama bütün bu olanlar neye yaradı?
Toplumu, ekonomiyi ve devleti daha güçlü ve etkin kılmış olabilir, ama bütün bu olup bitenler bireyi daha mutlu kıldı mı?
İşte bu noktada ciddi kuşkularım var. Boşanmaların, intiharların, cinayetlerin, uyuşturucu ve alkol tüketiminin, stresin, ruhi bunalımların arttığı, insanların gittikçe yalnızlaştığı ve soyutlandığı bir dünya yaratmadık mı?
Eskiden daha fakirdik elbette.Sık sık yeni giysiler alamazdık. Patiskadan don giyerdik.
Eski giysiler ters-yüz edilir gene giyilirdi.
Pantolonların paçaları ve gömleklerin yakaları, yenleri kaç kez yenilenirdi, ayakkabılar kaç kez pençelenirdi. Eski kazakların yünleri sökülür, yeni kazaklarda kullanılırdı.Ama bundan dolayı insanların mutsuz olduğunu
anımsamıyorum.
Kalorifer yoktu, mangal yakar, sıkıca giyinir, ellerimizi ovuştururken dereden tepeden sohbet ederdik.
Buzdolabı yoktu. Yiyecekler teld olapta saklanırdı. Sıcak öğle saatlerinde biraz soğuk su içmek isterseniz, kentlerde buz fabrikasına gidip bir parça buz almanız, eve taşımanız gerekirdi. Köylerde, yaylalarda 'karlıklar'dan kar getirilip satılırdı. Karpuzlar, üzümler pınarlarda soğutulurdu. Ama kimse buzdolabı olmadığı için mutsuz değildi.
Otomobiller yok denecek kadar azdı. Bir sokaktan bütün gün geçen otomobil sayısı ikiyi üçü geçmezdi. O nedenle de bol bol yürürdük, bisiklete binerdik. Şimdiki gibi doktorların "Aman yürüyüş yapın," önerilerinde bulunmalarına pek gerek kalmazdı. Muhtemelen kalp hastalıkları daha azdı. En kötü olasılıkla faytona biner, keyifli bir yolculuk yapardınız.
Kentler küçük olduğu için ulaşım sorunu çok daha azdı.Tabii ki fakirliğe methiye düzmenin bir âlemi yok.
Ama toplumda 'ilerleme' adına gerçekleşen değişiklikler insan mutluluğu açısından ne getirdi, ne sağladı, insanlar bütün bu olup bitenlerden sonra daha mı mutlu, işte bu soruyu sormanın gerekli ve yararlı olduğunu düşünüyorum.
Eğer bunca 'terakki' sonuçta daha mutlu insanlar yaratamadıysa, bu çabalar niye?
Acaba bizim 'terakki' sandığımız şeyde mi bir yanlışlık var?
Yoksa bütün bunlar, "Ahh nerede o eski günler," sendromu mu?

Türker Alkan / Radikal

Yokuş aşağı...


Stanley Kubrick'in '2001: Uzay Macerası' filmini kaç yılında izlediğimi hatırlamıyorum. Hatırladığım, 2001 yılının çok ama çok uzak olduğuydu.
'Kim bilir' demiştim içimden, 'Belki 2000 yılında gerçekten uzaya bu kadar kolay gidilip gelinmeye başlanır.' Okurların çoğu hatırlamaz, benim kuşağım ise iyi bilir, bir televizyon dizisi vardı: Uzay 1999.
Yıl 1999. Ayda epey büyük bir üs ve bu üste yaşayan bir sürü dünyalı bilim insanı var. Derken yanlışlıkla bir nükleer patlama meydana geliyor, ay yörüngesinden çıkıyor ve sanki bir uzay gemisiymiş gibi başlıyor yolculuk etmeye, tabii üstündeki insan kolonisiyle birlikte.
Geçenlerde Amerika'da bir DVD dükkânında gezerken bu dizinin DVD'lerinin çıktığını gördüm. Alayım dedim, elimi uzattım, sonra içimden bir ses 'Boşver' dedi, 'Bozma çocukluk hayallerini.' Gerçekten de o diziyi seyrettikçe hayallere dalardım, bir gün uzayda yaşayacağız, bugün bize inanılmaz gelen şeyleri keşfedeceğiz, hiç ayak basılmamış yerlere ayak basacağız...
Nostaljiyse nostalji, ama ben bütün o soğuk savaşa, nükleer tehdide, teröre, iç karmaşaya ve fakirliğe rağmen çocukluğumun dünyasının bugünkünden daha iyi olduğuna inanıyorum. Saatlerdir, 'Acaba bugüne haksızlık mı ediyorum' diye düşünüyordum, sonunda karar verdim, hayır etmiyorum. Çocukluğumun dünyası daha güzeldi, çünkü insanoğlunun kendi boyunu aşan hayalleri vardı.
Şimdi neyimiz var? İçimizi yalandan da olsa umutla dolduracak hiçbir şeyimiz yok. Cuma günü akşam uçağıyla Ankara'dan dönüyordum, birlikte yolculuk yaptığım arkadaşım, çocuğu olduktan sonra uçaktan korkmaya başladığını söyledi. 40'lı yaşlarındaydı, uçak korkusuna anlam veremiyordu ama korkuyordu işte.
Ölüm korkusu, insanı beklenmedik anda yakalıyor işte. Bundan dört ay kadar önce bir yakın arkadaşım kalp krizi geçirdi. Daha 43 yaşında.
Benden beter yaşayan, kendine benden kötü davranan bir onu gördüm hayatta. O hastanede yatarken, ben her zaman gittiğim spor salonunda yürüyüş bandında ter atıyordum. Birden kalbim deli gibi atmaya başladı, 'Tamam' dedim, 'Ben de kalp krizi geçiriyorum işte.'
Hayır değildi, benimkisi tamamen psikosomatikti. O gün bugün spor salonunun kapısından içeri adım atmış değilim. Ölüm korkusu beni de yakalamıştı. Yokuş aşağı, çabuk iniliyor!
Çok mu içinizi sıktım pazar pazar?

Bir okurum hafta içinde internette elden ele dolaştığı anlaşılan bir orta yaş geyiğini gönderdi hafta içinde.
Ondan bir-iki alıntı yaparak bitireyim, belki gülümsersiniz:
"Bugün üniversite öğrencilerinin çoğunluğunu 1983 doğumlular ve daha küçükler oluşturuyor. 'Gençlik' onlara deniyor.
Onlar için tek bir Almanya var ve SSCB, Çekoslovakya, Yugoslavya gibi ülkeleri tanımıyorlar. Soğuk Savaşı bir bilgisayar oyunu sanıyorlar.
AIDS doğduklarından beri var.
CD doğduklarından beri var.
Michael Jackson onlar doğduğunda beyazdı.
Bülent Ersoy onlar doğduğunda kadındı.
Küçük Emrah'ı, Emrah'ın gayrimeşru oğlu sanıyorlar.
Rıdvan Dilmen onlar için sadece bir TV spor yorumcusu ve ona neden 'şeytan' dendiğini bilmiyorlar.
Kenan Evren onlar için tonton bir ressam.
Siyah-beyaz bir bilgisayar ekranı olabileceğini düşünemezler.
PacMan'i bilmezler.
Amiga ve Commodore 64'leri olmadı hiç.
Siyah-beyaz bir televizyon olabileceğine inanmazlar ve uzaktan kumanda olmadan nasıl kanal değiştirileceğini bilmezler.
John Travolta'yı hep balık etli ve yuvarlak hatlı olarak gördüler ve onun nasıl olup da bir dans ilahı olabildiğini hayal bile edemezler."

İsmet Berkan / Radikal